Nurettin Yıldız

nureddin_yildiz_hoca_kimdir

Dinimizin yeni zamanlarda daha geniş kitlelere yayıldığı bir hakikattir. Dün hayâl bile edilemeyen sonuçlar bugün gerçek olmuştur. Teknoloji ve sistemler dinimize hizmet etmeye başlamıştır. Dünyayı evirip çeviren güç odakları, İslam’ı yok sayabilecekleri bir konumda görememektedirler kendilerini. Sadece şu gerçek bile İslam’ın gücü açısından önemli bir işarettir: Artık küfür, nifakı tercih etmek durumunda kalmıştır. Yok, sayamayacaklarını ve yok edemeyeceklerini anlayınca ikiyüzlü davranmak zorunda kalmışlardır. Mekke’de ezmeye çalıştıkları dinin Medine’de devlet olması üzerine nifaka yeltenmeleri gibi bir durumdur bu. Böyle bir sonuç bile İslam dininin güçlenerek yayılmakta olduğunu göstermesi açısından yeterlidir.
Böyle bir gelişmeye şükretmek durumundayız. Ezanı susturulmuş, alfabesi imha edilmek istenmiş, iman esaslarına bile müdahale edilmeye uğraşılmış bir din ile bugünkü İslam arasında gözle görülebilecek bir fark vardır. Bu fark siyasetten ekonomiye, aile ilişkilerinden camilerin fonksiyonlarına kadar pek çok alanda izlenebilir bir farktır. Sadece Türkiye ile sınırlı tutulabilecek bir gelişmeden de söz etmiyoruz. Bütün İslam topraklarında gözle görülür bir büyüme ve ilerleme vardır. Müslüman halkların yaşamadığı ülkelerde bile İslam adına olumlu denebilecek bir gelişme söz konusudur. Artık bir düşman istilası yaygın olarak konuşulmuyor. Kur’an okumanın yasak olduğu yer neredeyse yoktur. Müslüman insanlar siyaset yapabiliyor, yönetime ortak olabiliyor hatta yönetim tamamen Müslüman şahsiyetlere teslim edilebiliyor. Dün yasak olan şeyler bugün kanun koruması altına alınıyor. Yasakların listesi değiştirilmiş, yasaklılar hür bırakılmıştır.
Mevcut durum, birkaç yıl önce Müslümanların çay sohbetlerinde bile zikredilemeyecek kadar uzaklarda bir ihtimaldi. Şimdi ise gerçek oldu.
İslam’ın beş temel esasından biri olan namazın ikame edildiği camiler dolmaktadır. Müslümanların verdiği zekâtlar devlet bütçesi ile yapılabilecek büyük yatırımlar üretebilmiştir. Hac ibadetini eda edebilmek için yıllarca beklemek gerekir bir yoğunluk oluşmuştur.
Teknoloji ve Müslüman bir arada anılmaz iken bugün teknoloji, Müslümanlar tarafından en az diğer kesimler kadar yoğun ve yaygın olarak kullanılabilmektedir.
Sadece yirmi yıl önce kürsülerde vaaz veren hoca efendiler, devlet televizyonlarında birkaç dakika konuşabilmeyi mucize addedebilirken bugün neredeyse her hoca efendiye mahsus özel bir televizyon kanalı bulunmaktadır.
Müslümanların sahibi bulunduğu özel okullar ve başkalarının sahibi bulunduğu okullar kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Müslüman matematikten anlamaz diye horlanırken Müslümanların çocukları, onların okullarının talebeleri yüzbinlerce talebe arasında derecelerin ilk sıralarını paylaşabilmektedirler.
Sahibi Müslüman olan ve Müslüman olduğunu çeşitli sebeplerle açıklayabilen şirketler, bulundukları ticaret odalarının devleri arasında bulunmaktadır. İşçi olarak büyük şehirlerden birine intikal edebilmeyi başarı sayarken dünkü Müslüman nesil, bugünkü Müslüman nesil şirketi hatta holdingi olmadıkça rahat uyuyamaz nesil olmuştur.
Bütün bunlar, şükretmemizi gerektiren bir sonuçtur. Yarım asırdan daha kısa bir zamanda böyle bir sonuca bizi ulaştıran Rabbimize hamd ederiz.
Gelinen bu noktada şükretme mecburiyetimizin yanında bir de, gelmemiz gerekenin bu nokta mı olduğunu da muhasebe etmek durumundayız. Dinimizin Medine’de Peygamber aleyhisselam ve ashabı tarafından yaşanan şekli vardır. Allah Teâlâ, o şekle benzeyen bir İslam istemektedir bizden. Kıyamete kadar bütün Müslüman iddiası taşıyanlar, o şekle yani Medine’de Peygamber aleyhisselam ve ashabının yaşadığı Müslümanlığa uyarlanabilen bir Müslümanlık yaşayanların yaşadığına din demektedir. Namaz ve oruç, Medine’deki dinin parçalarından biridir, tamamı asla değildir. Ekonomik ilişkilerde, siyasette, sosyal yapıda, aile hayatında ne kadar Medine standardı oluşturabildi ise o kadar İslam ve Şeriat uyumundan söz edilebilecek demektir.
Bu hakikatin bize ağır gelmesi başka şeydir, hakikat olarak önümüzde durması başka şeydir. Nefislerimiz, yaptığımızın yapılması gereken olarak kabul edilmesini istemektedir. Çağın getirdiği fitnelere karşı direnç göstermeden iyi bir Müslüman olarak yaşamış olmayı arzuluyor olabiliriz. Din ise Allah’a tam bir teslimiyetin adıdır. Dinin içinden seçmek ya da dini zevklere göre uyarlamak din değildir. Önceki dinler olan Yahudilik ve Hristiyanlık esasen böyle bir sürecin sonunda muharref duruma getirildiği için kaldırılmış ve yerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin dini getirilmiştir.
Şöyle bir telakki ne yazık ki içten içe uygulanmaktadır: Yahudiler ve Hristiyanlar, dinlerini kötü bir şekilde bozmuşlardır. Allah Teâlâ’da onlar dinlerini bozdukları için yeni bir kitap ve yeni bir din göndermiştir. Bizim dinimiz ise bozulmamıştır, bozulmaz da. Camilerimiz var, namaz kılıyoruz, Ramazan ayında iftarlar kalabalık oluyor. Hacca da kura ile gidilebilecek kadar ilgi var. Çocuklarımızın adı genellikle sahabe ve peygamberlerin isimlerinden oluşuyor. Kur’an okunuyor, hadisler anlatılıyor. Bu ve benzeri rahatlatıcı savunmalarla dinimizin teminat altında olduğunu zannediyoruz. Bu teminatların varlığını inkâr edecek durumda değiliz. Belki din açısından endişe etmeye gerek de yoktur; Allah Teâlâ dinini koruyacaktır elbette. Başka hiçbir garantiye gerek kalmadan din, Allah’ın koruması altındadır. Dinin koruma altında olması ile dini yaşamak durumunda olan insanların dine bağlılıklarının koruma altında olup olmaması arasındaki farka değinmek durumundayız. Din, beş asır sonra bugünkünden daha da güçlü olur, olacaktır da biiznillah. Biz, bu zamandaki insanlar olarak dinimizin üzerimizdeki pratiği konusunda ne kadar güvende bulunuyoruz? İrdelenmesi gereken husus budur.

İki Çatlak
Şeytanın ve ona hizmet eden odakların gündemimize sokmak istemedikleri iki çatlak, dinimizin üzerimizdeki pratikliği açısından ne durumda olduğunu gösterebilir. Bunlardan birincisi, başta cihat olmak üzere İslam’ı İslam yapan bazı kavramların gündemden uzak tutuluyor olmasıdır. İkincisi de, Müslümanlar olarak haramlarla iç içe bir hayat yaşamakta sakınca görmez durumda oluşumuzdur.
Bu iki husus yani, bizi biz yapan özel değerlerin kitaplardaki ulema konusuna dönüştürülmesi ve haramların adeta zorunluluk gereği doğallaştırılmış gibi algılanması, bütün bu İslam adına gelişmelerin ne kadar gelişme ne kadar da tuzak olabileceği endişesini getirmektedir.
İnsanların ölümden korkmaları pek tabiidir. Ölümden herkes korkar. Hatta ölümden korkmayanın aklından şüphe edilmelidir. Ölümden korkmakla cihadı, İslam’ın utanılacak bir emri olarak görmek aynı şey değildir. Başta ashabı kiram olmak üzere, bu ümmetin geçmişindeki şerefli cihat sahnelerini göğsü gerilmiş olarak sahiplenemeyen bir Müslüman sıkıntılı bir Müslümanlık sahibidir. Bugün ve yarını cihat günü olarak görememek sapıklıktır. Tam anlamıyla bir dinden sapma belirtisidir bu. Cihadı evirip çevirerek, talebelere defter dağıtmakla da gerçekleşebilir düzeye indirgemek de netice itibariyle bir sapmadır, sapıklığın sonucudur.
Cihat ile beraber zikredebileceğimiz başka kavramlar da vardır. Dünkü Müslümanlığın özünde bulunan ama bugünkü Müslümanlık idrakinin dışladığı kavramların her biri için benzer bir değerlendirme yapmamızda sakınca yoktur. Medine’de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının ana gündemini oluşturan her kavram ve her değer, kıyamete kadar bütün Müslümanların ana gündemini oluşturmak durumundadır. Yapamamak, gücü yetmiyor olmak başka şeydir, gerekli görmemek, zamana ayarlanmak başka şeydir.
Müslümanlık olarak bize, kendi idraki sınırlarında zararsız denebilecek düzeyde kalan bazı ibadetleri ve düşünceleri yoğun bir şekilde yapan ama başta cihat olmak üzere İslam’a ait kavramları tarih içinde erimeye yüz tutacak şekilde ihmal eden her kim ise o, dinimizi Yahudilerin ve Hristiyanların dininin akıbetine çevirecek bir iş yapmaktadır. Böyle birinin mesela teheccüt ibadetine düşkün olması ya da namazlarını camide cemaatle kılması, hakkındaki kanaatimizi değiştiremez. İbadetler ve kavramlarımıza yapılan müdahalenin sonucu beş asır sonra bile ortaya çıkacak bir tehlike gösteriyorsa biz, bugünden o bedelin ağırlığını hissetmeye mecburuz. Tarih içindeki Mutezile hareketinin aklı putlaştıran çıkışlarının bedeli bugün ödenirken, o dönemin meseleyi kavrayamayan Müslümanları gizli olmuş olsa da bir kınanma görmektedirler. Onlar kınanırken meseleyi en derin yönleri ile kavrayıp dik duran Ahmed bin Hanbel gibiler de en büyük saygı ifadeleri ile anılmaktadırlar. Beş asır sonrası için de benzer bir tabloyu görmeye mecburuz.

Tatlandırılmış Haramlar Olamaz
Hiçbir mü’min, faizin ekmek gibi kabul edilebildiği bir toplumda İslam’ın ezanlarının yükselişini iyiye gidişin işareti olarak göremez, gösteremez. Bunu görememek aldanmaktır. Dibi delik bir kabın ne kadar su doldurulabileceğini tahmin edememek olur mu? Faizin ekmek parçasına dönüştüğü toplumda ezanlar fezaya yayılabilir ama kalplere girmez. Haramların her biri için aynı ilke söz konusudur. Dinimizin haramları imha maksadı, ibadetleri icra maksadından daha geri bir maksat değildir. Yer yer haramları imha maksadı, ibadetleri icra maksadının da önüne geçmektedir.
Makul olan da budur zaten. Putlar kaldırılmadıkça iman nasıl olacak, haram giderilmedikçe helal nerede duracak? İslam toplumu camilerin çokluğu ile İslamlık belgeleyen bir toplum değildir. Allah’a isyanın varlığı ve yoğunluğu üzerinden bir İslam söz edilebilir. Yaşadığımız toplumlarda haramların her gün biraz daha yoğun hissedilecek şekilde içimize sızmış olmazı bir afettir. Bu afetten daha ağırı da, artık bizim haramlarla yoğrulmuş kimliğimizin zararsız gibi algılanmaya başlanmış olmasıdır. Camilerin kürsülerinden bile haramları konuşmak, haramlar üzerinden bir utanma/utandırma dalgası oluşturmak neredeyse imkânsızlaş durumdadır.
Bazı mü’minlerin bu tehlikeyi göremiyor olmaları sonucu değiştirmiyor. Görülsün veya görülmesin tehlike vakıadır. Böyle bir gidişattan, Müslümanlar adına iş yapan, bir nedenle önder durumunda olan herkes mesuldür. Bu zamanın en büyük sıkıntısı da budur. Belli başlı sıkıntılara takılıp kalmak, körleşmek gibi sonuç vermektedir. Daha büyük bakışa ve daha derin düşünceye ihtiyaç vardır. Bir sonraki nesle ‘budur İslam’ diyemeyiz, buna hakkımız yoktur. Bunu yapan Yahudi ve Hristiyanları Allah Teâlâ lanetlemiştir. İslam, Medine’deki İslam’dır. İslam Ebu Bekir’in Müslümanlığıdır. Ömer’in Müslümanlığıdır.
Bizim Müslümanlığımız hakkındaki yorumu ise gelecek nesiller yapacaktır. Ömer’in Müslümanlığı ile bizim cihattan tecrit edilmiş, haramlarla karıştırılmış Müslümanlığımızı karşılaştırıp hakkımızda ne diyeceklerini bilmek zor olmayacaktır.

Yorum yap