Köşe Yazıları

Yol Azığı

May
21

Sıddık Karaduman

siddiki-karaduman        Bir sultan geniş bir yol yaptırmaya karar verir. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verir. İsteyen herkesin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren sultan, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyerek, ödüllendireceğini  söyler.

Yarışma günü, insanlar akın ederler. Bazıları en güzel at arabalarını getirmiş, bazıları en güzel elbiselerini giymiş. Kimi de yanlarında en güzel yiyeceklerini getirmişti. Gençlerden bazıları süslü kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu. Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar sultanın yanına döndüklerinde hepsi aynı şikayette bulundu. Yolun bir yerinde büyük bir taş ve moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.
Yarışmanın sonunda son bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama sultana büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:
‘’ yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı.’’sultan gülümseyerek cevap verdi:’’
o altınlar sana ait delikanlı.’’
Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı.’’
‘’evet ‘’ dedi sultan: ‘’ bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir.’’

 

Bu hikaye, aslında hepimizin muhatap olduğu, yolculuğun hikayesidir. Her şeyi yoktan var eden, bir dengeye ve nizama oturtan, alemlerin sahibi olan Rabbimiz, ruhlar aleminde verdiğimiz sözle başlama çizgisine geldiğimiz ve anne karnına düşmekle başlayan hayat yolculuğumuzun; kurallarını, sınırlarını, hedeflerini ve bitiş çizgisinde ulaşılacak ödülü hayat kılavuzumuz kitab-ı mukaddes vasıtasıyla biz kullarına bildirmektedir. Bu yolculuğa herkes birey olarak başlasa da birbirine tutunmadan tamamlamanın mümkün olmadığı zeminler göz ardı edilmemelidir. Çünkü bu yolda dağlar aşılacak, vadiler geçilecek, okyanuslardan geçmek gerekecek, kaygan zeminlerle dolu bölümler olacaktır.
Bu bilgilere ulaşmanın yolu en başta iyi bir Müslüman olmak, sahih kaynaklardan beslenmek , amellerle güçlenmek, tebliğle dirilmek ve tefekkürle varlığın bilgisine teslim olmaktır.
Sâlih amellere karşı arzu uyaran, iradeyi şahlandıran ve iştiyâkı arttıran; fena işlere karşı da nefsi dizginleyen, hevâyı gemleyen ve hevesi frenleyen bu söz incilerinden birinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ebû Zer hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur: “Gemini onar zira umman çok derindir…” “Azığını tam olarak temin et zira sefer uzak bir durağa doğrudur…” “Yükünü hafiflet, zira zorlu yokuşlar tırmanacaksın…” “Amelinde ihlâs sahibi ol zira her şeyi inceden inceye tetkik eden Mevla her şeyi görmektedir…”
İnsanoğlunun ruhlar aleminde iken yaratıcısına verdiği söz ile hayat serüveni başlamış olacaktır. “Hani -kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu demeyisiniz diye- Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (diye buyurmuştu). Onlar da: Evet, şahid olduk, demişlerdi.” (el-A’raf, 7/172)
İşte bu söz vermeden sonra ana rahminde takriben dokuz aylık bekleme ve dünyaya Allah’ın izniyle gözlerimizi açma. Bu süreç dünyaya ilk adım ama sonun da başlangıcı mesabesinde yolculuğumuz başlıyor. Aslında doğduğumuz gün ölüme yolculuğumuzun başladığı ömrümüzden bir günün eksildiği gündür diyebiliriz. Anne ve babamızın bizlere sunduğu ile ya İslam’ı (hakkı) ya da çirkefliği (batılı) seçme şansını hazır buluruz. Aslında sarp geçitlerin ilk adımı ama akıl baliğ çağına gelen her kişi hakkı, doğruyu, güzeli ve tabi ki kötüyü, çirkini, süfliliği seçme özgürlüğü ile karşı karşıyadır. İşte bu iyi ile kötüyü ayırt etme anında Allah Resulü (sav):“Gemini onar zira deniz (umman) çok derindir” buyurur.
Gemini restorasyona tâbi tut, sağını solunu gözden geçir; tamir isteyen yanlarını onar ve bakımını tamamla. Çünkü, ruhlar âleminden Cennet’e uzanan uçsuz bucaksız ummanda dağ gibi yüksek ve heybetli dalgalarla karşılaşman kaçınılmazdır. Gemin sağlam olmalıdır ki, uzun sefere, hırçın dalgalara ve korkunç fırtınalara dayanabilesin. Çünkü çok derin olan bu sular her zaman üzerindekini alabora edecek, yutacak bir umman pozisyonunda… İçerisinde yaşayan canlılara hayat sunan insanlığa hizmet veren güzellikleri barındırdığı gibi yutma durumu da olan bir deniz… Kirleri de içerisinde barındıran umman… Bu yüzdendir ki Allah resulü (sav) sizler ummandasınız geminizi denize indirirken, geminizi onarın ki çok derinlere batmayasınız, şayet bir batmaya görsün suyu kana kana içmek bazen hiç de iyi gelmiyor…
Kuran’ın tasvir edici dili ile ifade edilen Talut ve Calut hikayesi hem mücadele iradesini, hem isyanın rengini hem de teslimiyetin engin güzelliğini anlatması bakımından manidardır:                … Ve Talut, kuvvetleriyle yola koyulduğunda bakın, dedi, Allah sizi şimdi bir nehirle imtihan edecek: ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan sakınan ise benden olacaktır; ondan sadece bir avuç dolusu içen ise affa mazhar olacaktır. Ancak, birkaçı dışında hepsi ondan (dolu dolu) içtiler. O ve ona inananlar nehri geçer geçmez ötekiler: Calut ve kuvvetlerine karşı (koymak için) bugün hiç gücümüz yok, dediler. (Ama) kesin olarak Allah’a kavuşacaklarını bilenler: “Nice küçük topluluklar, Allah’ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir! Zira Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir, diye cevap verdiler.” Bakara 2/249.
Evet, bir avuç alan müstesna. Ama bu derin denizlerden kana kana bir içtin mi,  bugün Calutlara ve ordularına karşı koyacak gücümüz, mecalimiz, takatimiz yok demek gerçeğiyle yüzleşiriz, Allah muhafaza… Bunun içindir ki; gemimizi sağlam parçalarla donatıp, mürettebatını iyi seçip ummanlara açılmamız gerekir. İçerisinde yaşadığımız, üzerinde gezdiğimiz, havasını soluduğumuz kara parçası aslında bir umman, bu ummanda sapasağlam yürüyebilmek için, temiz hava soluyabilmemiz için, batmamak için her kişinin gemisini bir daha, bir daha, bir daha gözden geçirmesi zorunlu bir görevdir. “Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.”
Azığını eksiksiz al, yol boyunca ihtiyaç duyabileceğin her şeyi tedarik et. Limandan ayrıldıktan sonra artık erzak bulmakta oldukça zorlanırsın, hatta hiç bulamazsın. Öyleyse henüz vakit varken ve gemin demir almamışken, önündeki uzun seferde muhtaç olacağın levâzımâtı iyi düşün, güzelce hesapla ve tastamam hazırla!
Müslümanın rotası belli, azığı belli, karşılaşacağı badireler de çoğunlukla bellidir. Karşılaşılabilecek durumlara mukavemet etme gücü azığıyla, izlediği yolla ve kalbinin teslimiyetiyle ilgilidir. Bütün bunların yanında bir de “Allah bizimle beraberdir ve o ne güzel vekildir” diyebilenlerden olmak gerekmektedir. Yol azığımız öylesine yeterli, gemimiz öylesine donanımlı, rotamız öylesine iradeli olmalı ki, bizimle aynı gemiye binenler kendilerini güvende hissetsinler. Yolculuğumuz esnasında yanımızdakilerin hasıl olan ihtiyaçlarına cevap veremeyeceksek biz bu gemide olmayı hak etmiyoruz demektir. Bu gemide olmanın bir şeref olduğunu ve varacağı yerin kurtuluş olduğunu iyi hesaplamalıyız.
Evet, yolculuk pek uzun hem de dünyaya ilk adımdan kıyamete kadar. Oysaki dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ona rağmen hiç ölmeyecekmişiz gibi sarılmışız, dört elle bırakmamacasına sanki hiç ayrılmayacakmışız gibi. Tutunacağımız dalları tutup koparma hırsıyla tutar hale gelmişiz. Oysa ki onlar güzergahta tutunacağımız dallar, onları bir yere götüreceğimiz yok ve götürdüğümüzde de işimize yaramayacak. Nihayetinde kefenden öte bir meta götürmeyeceğiz ebedi istiratgaha. İnsan, nasibi ölçüsünde ya bu konakların hepsine bir misafir olarak muvakkaten uğrar veya daha bazı menzillere hiç ulaşamadan ömrünü tamamlar; herhangi bir meçhul noktada ölüm adlı çıkış biletini alır, -sefer halindeki bir trenden dışarıya atılıyormuş gibi- dünyayı arkada bırakır ve kabir koridorundan geçerek ahiret güzergâhına varır.
Evet, bu güzergâha varmadan muhtaç olacağımız azığımızı yanımızda götürmek için şimdiden seferber olmamız lazım. Bu sefer, yolculuk kısa da olabilir uzun da olabilir ama olacağı kesin. Dünyalık bir yolculuğumuzda bile nasıl ki tüm hazırlıklarımızı eksiksiz yapmaya çalışıyor ve unuttuğumuz en basit bir şey için bile hayıflanıyorsak öylece titiz davranmalıyız. Hem de burada telafisi de mümkün olduğu halde… Darul bekaya varmadan da azığımızın; iyisinden, helalinden ve alnımızı ak tutacaklardan yanımıza almamız, bize zorlu yolculuğumuzda nefes aldıracak, kurtuluşumuza yardımcı olacaktır. Zira bizi Yaratan, rotamızı belirleyen ve üzerinde yürüyeceğimiz yolu hazırlayan Allah, bizlere güzergâhı bildirdiği gibi, seferde ihtiyaç duyacağımız zâd ü zahîreyi de haber vermiştir. İlahî mesaja göre yaşadığımız, ötelere hazırlandığımız ve kabir kapısına tedarikli adım attığımız takdirde, ahiretin yol haritası elimizde demektir ve ebedî saadete açılan caddede yürümemiz oldukça kolaylaşacaktır. Unutmamalıyız ki, Cennet azığı Allah’a ve resulüne taat; Cehennem kumanyası ise çirkeflik ve mâsiyettir; heybemizde hangisi varsa, bize onun kapısı açılacaktır.

 

Nurettin Yıldız

nureddin_yildiz_hoca_kimdir

Dinimizin yeni zamanlarda daha geniş kitlelere yayıldığı bir hakikattir. Dün hayâl bile edilemeyen sonuçlar bugün gerçek olmuştur. Teknoloji ve sistemler dinimize hizmet etmeye başlamıştır. Dünyayı evirip çeviren güç odakları, İslam’ı yok sayabilecekleri bir konumda görememektedirler kendilerini. Sadece şu gerçek bile İslam’ın gücü açısından önemli bir işarettir: Artık küfür, nifakı tercih etmek durumunda kalmıştır. Yok, sayamayacaklarını ve yok edemeyeceklerini anlayınca ikiyüzlü davranmak zorunda kalmışlardır. Mekke’de ezmeye çalıştıkları dinin Medine’de devlet olması üzerine nifaka yeltenmeleri gibi bir durumdur bu. Böyle bir sonuç bile İslam dininin güçlenerek yayılmakta olduğunu göstermesi açısından yeterlidir.
Böyle bir gelişmeye şükretmek durumundayız. Ezanı susturulmuş, alfabesi imha edilmek istenmiş, iman esaslarına bile müdahale edilmeye uğraşılmış bir din ile bugünkü İslam arasında gözle görülebilecek bir fark vardır. Bu fark siyasetten ekonomiye, aile ilişkilerinden camilerin fonksiyonlarına kadar pek çok alanda izlenebilir bir farktır. Sadece Türkiye ile sınırlı tutulabilecek bir gelişmeden de söz etmiyoruz. Bütün İslam topraklarında gözle görülür bir büyüme ve ilerleme vardır. Müslüman halkların yaşamadığı ülkelerde bile İslam adına olumlu denebilecek bir gelişme söz konusudur. Artık bir düşman istilası yaygın olarak konuşulmuyor. Kur’an okumanın yasak olduğu yer neredeyse yoktur. Müslüman insanlar siyaset yapabiliyor, yönetime ortak olabiliyor hatta yönetim tamamen Müslüman şahsiyetlere teslim edilebiliyor. Dün yasak olan şeyler bugün kanun koruması altına alınıyor. Yasakların listesi değiştirilmiş, yasaklılar hür bırakılmıştır.
Mevcut durum, birkaç yıl önce Müslümanların çay sohbetlerinde bile zikredilemeyecek kadar uzaklarda bir ihtimaldi. Şimdi ise gerçek oldu.
İslam’ın beş temel esasından biri olan namazın ikame edildiği camiler dolmaktadır. Müslümanların verdiği zekâtlar devlet bütçesi ile yapılabilecek büyük yatırımlar üretebilmiştir. Hac ibadetini eda edebilmek için yıllarca beklemek gerekir bir yoğunluk oluşmuştur.
Teknoloji ve Müslüman bir arada anılmaz iken bugün teknoloji, Müslümanlar tarafından en az diğer kesimler kadar yoğun ve yaygın olarak kullanılabilmektedir.
Sadece yirmi yıl önce kürsülerde vaaz veren hoca efendiler, devlet televizyonlarında birkaç dakika konuşabilmeyi mucize addedebilirken bugün neredeyse her hoca efendiye mahsus özel bir televizyon kanalı bulunmaktadır.
Müslümanların sahibi bulunduğu özel okullar ve başkalarının sahibi bulunduğu okullar kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Müslüman matematikten anlamaz diye horlanırken Müslümanların çocukları, onların okullarının talebeleri yüzbinlerce talebe arasında derecelerin ilk sıralarını paylaşabilmektedirler.
Sahibi Müslüman olan ve Müslüman olduğunu çeşitli sebeplerle açıklayabilen şirketler, bulundukları ticaret odalarının devleri arasında bulunmaktadır. İşçi olarak büyük şehirlerden birine intikal edebilmeyi başarı sayarken dünkü Müslüman nesil, bugünkü Müslüman nesil şirketi hatta holdingi olmadıkça rahat uyuyamaz nesil olmuştur.
Bütün bunlar, şükretmemizi gerektiren bir sonuçtur. Yarım asırdan daha kısa bir zamanda böyle bir sonuca bizi ulaştıran Rabbimize hamd ederiz.
Gelinen bu noktada şükretme mecburiyetimizin yanında bir de, gelmemiz gerekenin bu nokta mı olduğunu da muhasebe etmek durumundayız. Dinimizin Medine’de Peygamber aleyhisselam ve ashabı tarafından yaşanan şekli vardır. Allah Teâlâ, o şekle benzeyen bir İslam istemektedir bizden. Kıyamete kadar bütün Müslüman iddiası taşıyanlar, o şekle yani Medine’de Peygamber aleyhisselam ve ashabının yaşadığı Müslümanlığa uyarlanabilen bir Müslümanlık yaşayanların yaşadığına din demektedir. Namaz ve oruç, Medine’deki dinin parçalarından biridir, tamamı asla değildir. Ekonomik ilişkilerde, siyasette, sosyal yapıda, aile hayatında ne kadar Medine standardı oluşturabildi ise o kadar İslam ve Şeriat uyumundan söz edilebilecek demektir.
Bu hakikatin bize ağır gelmesi başka şeydir, hakikat olarak önümüzde durması başka şeydir. Nefislerimiz, yaptığımızın yapılması gereken olarak kabul edilmesini istemektedir. Çağın getirdiği fitnelere karşı direnç göstermeden iyi bir Müslüman olarak yaşamış olmayı arzuluyor olabiliriz. Din ise Allah’a tam bir teslimiyetin adıdır. Dinin içinden seçmek ya da dini zevklere göre uyarlamak din değildir. Önceki dinler olan Yahudilik ve Hristiyanlık esasen böyle bir sürecin sonunda muharref duruma getirildiği için kaldırılmış ve yerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin dini getirilmiştir.
Şöyle bir telakki ne yazık ki içten içe uygulanmaktadır: Yahudiler ve Hristiyanlar, dinlerini kötü bir şekilde bozmuşlardır. Allah Teâlâ’da onlar dinlerini bozdukları için yeni bir kitap ve yeni bir din göndermiştir. Bizim dinimiz ise bozulmamıştır, bozulmaz da. Camilerimiz var, namaz kılıyoruz, Ramazan ayında iftarlar kalabalık oluyor. Hacca da kura ile gidilebilecek kadar ilgi var. Çocuklarımızın adı genellikle sahabe ve peygamberlerin isimlerinden oluşuyor. Kur’an okunuyor, hadisler anlatılıyor. Bu ve benzeri rahatlatıcı savunmalarla dinimizin teminat altında olduğunu zannediyoruz. Bu teminatların varlığını inkâr edecek durumda değiliz. Belki din açısından endişe etmeye gerek de yoktur; Allah Teâlâ dinini koruyacaktır elbette. Başka hiçbir garantiye gerek kalmadan din, Allah’ın koruması altındadır. Dinin koruma altında olması ile dini yaşamak durumunda olan insanların dine bağlılıklarının koruma altında olup olmaması arasındaki farka değinmek durumundayız. Din, beş asır sonra bugünkünden daha da güçlü olur, olacaktır da biiznillah. Biz, bu zamandaki insanlar olarak dinimizin üzerimizdeki pratiği konusunda ne kadar güvende bulunuyoruz? İrdelenmesi gereken husus budur.

İki Çatlak
Şeytanın ve ona hizmet eden odakların gündemimize sokmak istemedikleri iki çatlak, dinimizin üzerimizdeki pratikliği açısından ne durumda olduğunu gösterebilir. Bunlardan birincisi, başta cihat olmak üzere İslam’ı İslam yapan bazı kavramların gündemden uzak tutuluyor olmasıdır. İkincisi de, Müslümanlar olarak haramlarla iç içe bir hayat yaşamakta sakınca görmez durumda oluşumuzdur.
Bu iki husus yani, bizi biz yapan özel değerlerin kitaplardaki ulema konusuna dönüştürülmesi ve haramların adeta zorunluluk gereği doğallaştırılmış gibi algılanması, bütün bu İslam adına gelişmelerin ne kadar gelişme ne kadar da tuzak olabileceği endişesini getirmektedir.
İnsanların ölümden korkmaları pek tabiidir. Ölümden herkes korkar. Hatta ölümden korkmayanın aklından şüphe edilmelidir. Ölümden korkmakla cihadı, İslam’ın utanılacak bir emri olarak görmek aynı şey değildir. Başta ashabı kiram olmak üzere, bu ümmetin geçmişindeki şerefli cihat sahnelerini göğsü gerilmiş olarak sahiplenemeyen bir Müslüman sıkıntılı bir Müslümanlık sahibidir. Bugün ve yarını cihat günü olarak görememek sapıklıktır. Tam anlamıyla bir dinden sapma belirtisidir bu. Cihadı evirip çevirerek, talebelere defter dağıtmakla da gerçekleşebilir düzeye indirgemek de netice itibariyle bir sapmadır, sapıklığın sonucudur.
Cihat ile beraber zikredebileceğimiz başka kavramlar da vardır. Dünkü Müslümanlığın özünde bulunan ama bugünkü Müslümanlık idrakinin dışladığı kavramların her biri için benzer bir değerlendirme yapmamızda sakınca yoktur. Medine’de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının ana gündemini oluşturan her kavram ve her değer, kıyamete kadar bütün Müslümanların ana gündemini oluşturmak durumundadır. Yapamamak, gücü yetmiyor olmak başka şeydir, gerekli görmemek, zamana ayarlanmak başka şeydir.
Müslümanlık olarak bize, kendi idraki sınırlarında zararsız denebilecek düzeyde kalan bazı ibadetleri ve düşünceleri yoğun bir şekilde yapan ama başta cihat olmak üzere İslam’a ait kavramları tarih içinde erimeye yüz tutacak şekilde ihmal eden her kim ise o, dinimizi Yahudilerin ve Hristiyanların dininin akıbetine çevirecek bir iş yapmaktadır. Böyle birinin mesela teheccüt ibadetine düşkün olması ya da namazlarını camide cemaatle kılması, hakkındaki kanaatimizi değiştiremez. İbadetler ve kavramlarımıza yapılan müdahalenin sonucu beş asır sonra bile ortaya çıkacak bir tehlike gösteriyorsa biz, bugünden o bedelin ağırlığını hissetmeye mecburuz. Tarih içindeki Mutezile hareketinin aklı putlaştıran çıkışlarının bedeli bugün ödenirken, o dönemin meseleyi kavrayamayan Müslümanları gizli olmuş olsa da bir kınanma görmektedirler. Onlar kınanırken meseleyi en derin yönleri ile kavrayıp dik duran Ahmed bin Hanbel gibiler de en büyük saygı ifadeleri ile anılmaktadırlar. Beş asır sonrası için de benzer bir tabloyu görmeye mecburuz.

Tatlandırılmış Haramlar Olamaz
Hiçbir mü’min, faizin ekmek gibi kabul edilebildiği bir toplumda İslam’ın ezanlarının yükselişini iyiye gidişin işareti olarak göremez, gösteremez. Bunu görememek aldanmaktır. Dibi delik bir kabın ne kadar su doldurulabileceğini tahmin edememek olur mu? Faizin ekmek parçasına dönüştüğü toplumda ezanlar fezaya yayılabilir ama kalplere girmez. Haramların her biri için aynı ilke söz konusudur. Dinimizin haramları imha maksadı, ibadetleri icra maksadından daha geri bir maksat değildir. Yer yer haramları imha maksadı, ibadetleri icra maksadının da önüne geçmektedir.
Makul olan da budur zaten. Putlar kaldırılmadıkça iman nasıl olacak, haram giderilmedikçe helal nerede duracak? İslam toplumu camilerin çokluğu ile İslamlık belgeleyen bir toplum değildir. Allah’a isyanın varlığı ve yoğunluğu üzerinden bir İslam söz edilebilir. Yaşadığımız toplumlarda haramların her gün biraz daha yoğun hissedilecek şekilde içimize sızmış olmazı bir afettir. Bu afetten daha ağırı da, artık bizim haramlarla yoğrulmuş kimliğimizin zararsız gibi algılanmaya başlanmış olmasıdır. Camilerin kürsülerinden bile haramları konuşmak, haramlar üzerinden bir utanma/utandırma dalgası oluşturmak neredeyse imkânsızlaş durumdadır.
Bazı mü’minlerin bu tehlikeyi göremiyor olmaları sonucu değiştirmiyor. Görülsün veya görülmesin tehlike vakıadır. Böyle bir gidişattan, Müslümanlar adına iş yapan, bir nedenle önder durumunda olan herkes mesuldür. Bu zamanın en büyük sıkıntısı da budur. Belli başlı sıkıntılara takılıp kalmak, körleşmek gibi sonuç vermektedir. Daha büyük bakışa ve daha derin düşünceye ihtiyaç vardır. Bir sonraki nesle ‘budur İslam’ diyemeyiz, buna hakkımız yoktur. Bunu yapan Yahudi ve Hristiyanları Allah Teâlâ lanetlemiştir. İslam, Medine’deki İslam’dır. İslam Ebu Bekir’in Müslümanlığıdır. Ömer’in Müslümanlığıdır.
Bizim Müslümanlığımız hakkındaki yorumu ise gelecek nesiller yapacaktır. Ömer’in Müslümanlığı ile bizim cihattan tecrit edilmiş, haramlarla karıştırılmış Müslümanlığımızı karşılaştırıp hakkımızda ne diyeceklerini bilmek zor olmayacaktır.

Hanifi Tosun 

hanifitosun1

Yaşadığımız toplum kusursuzlukların egemen olduğu bir toplum değildir elbette. Hiçbir toplum mutlak anlamda mükemmel bir toplum olamaycağı gibi eksiklikleri de o toplumu mutlak kötü bir toplum kılmaz. Ancak bazı eksiklikler ve yaşanan sıkıntılar var ki bunlar, bir toplumun kıyametinin asli sebepleri olabilecek nitelikte tehlikeli hususlardır. Bu tarz eksiklikler, toplumların özenle dikkat kesilip düzeltmeleri gereken hususlardandır.

Neden mi bahsediyorum?

TRT Diyanet’te izlediğim bir programdan hareketle toplumun kanayan yarası bir meseleden tabii ki! Toplumun bir önceki genç, şimdinin ise ihtiyar neslinden! Bugünlere çocuklarını taşımak için feleğin çemberinden geçerek her türlü sıkıntıyı mutluluk kaynağına dönüştürüp gayret ortaya koyan anne ve babalardan bahsediyorum. Bir takım fedakarlıklarda bulunarak çocuklarını bugünlerine taşıyan ve bugün buruşturulup atılan ihtiyarlardan bahsediyorum.

Peşin olarak ifade edeyim, son söyleyeceğim hususu başta söyleyeyim; anne ve babasını buruşmuş bir kağıt gibi yokluğa mahkum edenler adam değildir. İnsanlıklarını yeniden gözden geçirsinler. Sebebi ne olursa olsun asla mazur sayılmazlar. Ağır bedeli olan bir eylemin sahipleri olarak cenneti ve rızayı ilahiyi rüyalarında görürlerse inanmasınlar. Lanet onların yakasından düşmez!

Bir takım cidi eksikliklerin egemen olduğu toplumumuzda toplumun hafızası olan ihtiyarlarına sahip çıkma erdemini hayatın anlamsız eylemi olarak görme hastalığı, insanımızı her geçen gün daha sıkıntılı bir sürece sürüklemektedir. Halbuki bir toplumun ihtiyarları o toplumun canlı hafızası oldukları gibi aynı zamanda rahmet kanallarının açık kalmasının garantileridirler de. Hafızası olmayan bir insan ne durumda ise hafızası olmayan bir toplum da bin beter daha kötü bir durumda olur. İhtiyarlar, bir toplum için Allah’ın rahmetinin celbine vesiledirler. Bu gerçeğin farkında hareket eden insanların rahmeti ilahiden umitli bir yaşamı bereket içinde yaşadıkları muhakkak iken bu gerçekliğin farkında hareket etmeyen toplumların ciddi problemler yaşadıkları muhakkaktır.

İhtiyarlarını anlamsız bir yalnızlığa terkeden insanları anlamakta zorlandığım bir kenarda dursun müslüman bir toplumda bu hastalığın yayılması hayra alamet bir durum değildir. Bu insanlar Kitab-ı Kerim’in hükümlerinden habersiz bir hayata doğru evriliyorlar demektir. Düşünen, akledip fıkheden bir toplum böylesi bir duruma asla fırsat vermez.

Hayat kısa yol uzundur. Bu uzun yolu kısaltmanın yolu ise ihtiyarların tecrübeleridir. Bu tecrübeyi bir kenara ittiğinizde hem insanlığınızı bir kenara itmiş olursunuz hem de yolun daha da uzamasını sağlamış olursunuz. Yaşananların ibret tablosuna dönüşmüş halini terk edenler farkında olmadan kendilerini mahfedecek bir sürecin pimini de çekmiş oluyorlar.

İhtiyarlarını koruyan bir toplum elbette ki huzurlu bir yaşamın anahtarlarından en önemlilerinden birini yedeğinde bulunduruyor demektir. Hayatı anlamlı bir etkinlik olarak yaşanması gerektiğine vurgusu ile yeni ufuklara yelken açmamızı sağlayan İslam, bakınız bu konuda inananları şöyle uyarmaktadır;

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “öf” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle! Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et, diyerek dua et.” (İsra 23-24)

“Biz insana yapacağı hayırlı işlerden biri olarak anne ve babasına iyi davranmasını emrettik…” Ankebut 8

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anneye, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa 36)

“Biz, insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu ne zahmetle karnında taşıdı ve ne zahmetle doğurdu! Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır. Nihayet olgunluk çağına gelip, kırk yaşına varınca şöyle der: “Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et. Neslimi de salih kimseler yap. Şüphesiz ben sana döndüm. Muhakkak ki ben sana teslim olanlardanım.” (Ahkaf 15)

“Biz insana, annesine ve babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da annene ve babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır.” (Lokman 14)

Son olarak tekrar hatırlayalım!

İhtiyarlarını huzurevlerine terkeden bir toplumlar iflah olmaz. Çocuk ve torun hasretiyle yanan ihtiyarları olan hane halkı insaniyetini kaybetmiş demektir. Fazla söze ne hacet, insanlığını yitirmiş bir toplumdan müslüman bir refleks beklenir mi ki…

Ramazan Kayan

maxresdefault

Modern zamanlarda biz Müslümanlar`ı bekleyen en ciddi sorun, hayatın satme ve savrulmalarına karşı İslami kimliğimizi nasıl savunabiliriz? Sahih bir kulluğu sağlam bir zeminde nasıl sürdürebiliriz? Sancılı süreçlerden selamete nasıl çıkabiliriz? Aslında bu sarsıcı soruların cevabı iç dinamiklerimizde saklı…

Peki nedir bu dinamikler?

Akl-ı selim…

Kalb-i selim…

Zevk-i selim…

Söze önce “selim”den başlayalım; Kusuru, noksanı olmayan, sağlam, doğru… Tehlikesiz, zararsız… Temiz, samimi…

Selamet, saadet, sekinet, sühulet, sühunet, sukunet ve sürura çıkmanın yolu “selim” olmaktan geçer…

Ama öncelikle akl-ı selim…

Selim akıl…

İfrat ve tefritten uzak, muvazene, muhakeme, muhasebe unsuru olan akıl… Aklın muvazenesi, vahye olan mutabakat ve muvafakat ile ilgilidir… Vahye muhalefet aklın hamakat ve helakine işarettir…

Selim aklın durduğu yer, ne cerbeze, ne de hamakattır…

Ne rasyonalizm, ne de aklı dondurmak ve durdurmaktır…

Bize hikmetin biniti olan bir akıl ile lazım…

Tefekkür, tezekkür, tedebbür, tefakkuh, teakkul merkezi olan bir akıl… Muattal akıl da, mutlaklaştırılan akıl da, yaratılış amacından uzaklaşmak anlamına gelir…

Akla aşırı yüklenmek de, aklın önünü kesmek de, akla ihanet ve fıtrata muhalefet demektir…

Vahiyle barışık akıl, özgün ve özgürdür.

Vahye odaklanan akıl, anlama ve amaca hizmet edebilir… Aksi halde, açmazların ve aymazlıkların kurbanı olur…

Bize lazım olan rasyonel, seküler, liberal bir akıl değil, müteal, yani selim bir akıldır…

Evet, ışığını vahiyden alan bir akılla akledebilmek…

Akıl-vahiy ilişkisi tıpkı göz-ışık ilişkisi gibidir… Akıl, gözdür… Vahiy, ışıktır… Işık olmazsa göz görebilir mi? Allah vahiy ışığını gönderdi ki, akıl, vahyin aydınlığında varlık alemini görsün diye…

Şaşkın, sapkın, şımarık, şartlanmış bir akıl değil, şuur merkezi, hikmet menbaı olan bir akıl arayışındayız…

Evet, beyin yıkamalar, kafa karıştırmalar, medyatik illüzyonlar, modern sihirler, ideolojik kehanetler, bilimsel büyüler aklı köreltmeye, zihinsel körlüğe neden oluyor…

Önce aklın üzerindeki ipoteği ve aklın içine düştüğü boşluğu çözmek lazım ki, akıl bizi çözüme götürebilsin…

Sonuçta biz, ne akılsız, ne de akılcıyız… Hamdolsun akıllıyız…

Kalb-i selim…

Temiz ve sağlam kalp… Korku, kuşku, kaygı, evham, vesvese, şüphe marazına maruz kalmamış mutmain kalp… Takva, huşu, haşyet, yakîn, ihlas ihsan, iman melcei olan kalp…

Terbiyesini, tezkiyesini vahiyle tamamlamış kalp… Her türlü kir, küf, pis, necis, rics, habis, şek, şirk, riya, nifak, kibir sızmasına karşı duyarlı kalp…

Yarınlarda Allah(c.c)`ın bizden istediği sadece; kalb-i selimdir…

“O gün ki, ne mal fayda verir, neden oğullar… Ancak Allah`a selim bir kalp ile varan başka!” (Şuara 88-89)

Evet, kalbin selim kalabilmesi, kalbin Kur`an`a, Kabe`ye ve kabre sabitlenmesi ile mümkün… Yani (3K) ile kalbi koruyabiliriz…

Kalbin selim olması tabii ki yetmez… Aklın da selim olması gerekir…

Kalbi mümin, aklı seküler olanlarla nereye gidebilirsiniz?

Bizim akleden bir kalbe ihtiyacımız var…

Zevk-i Selim…

Güzeli çirkinden ayırt etme yetisi… İncelik, içtenlik, sıcaklık, iyilik, güzellik kokan hal…

Evet, yanıltıcı, kışkırtıcı, eritici, sıradan, sanal, geçici zevklerin ötesinde zevk-i selim… Nezih, nazik, naif bir tutum… Edep, erdem, nezaket, nezahet, nezafet, zarafet, letafet yüklü yaşamlar… Estetik, derinlik, edebîlik, ruhu okşayan, iç dünyayı zenginleştiren, incelten duygu ve duyarlılık…

Bedevilik, barbarlık, kabalık içermeyen örneklik… Haşin değil, halim bir hâl…

Ve bir soru:

“İslâm güzel de Müslümanlar bunun neresinde?” (Aliya İzzet Begoviç)

Hedonizme, Hevaizme, Konformizme yenik düşmeyen bir zevk-i selim…

Şahsiyet inşası, neslin inşası ve medeniyet inşası için; akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim tüm zamanların lazimesidir…

Necip Cengil

819069327

“Bugün yorulduk, yarına bakalım, üzerimize gelmeyin, günler tükenmedi ya, yarın olsun bakalım.”

“Yarın, iyi de ne değişecek?”

“Gün doğmadan neler doğar…”

“Doğar da neyin ve kimin üzerine!”

“Çok zorlama, alışkanlıklarımızı değiştirmemiz zaman alır. Hem değişim öyle kolay mı?”

Birçok mesele benzeri diyaloglarla ertelenir.

“Hele bir yarın olsun!”

Ne yarınlar geçer, bakarsınız bir anda yıllar geride kalmış, muhataplarına el sallamaktadır. Yine varsanız yanlarına, söyleyecekleri ifade değişmez: Hele bir yarın olsun!

Yarın aslında hesap günüdür. Sanıldığından çabuk gelir.

Siyasi alana bakıyorum; Gezi olaylarından beri, canını dişine takarak mücadele eden başbakanın beklentilerine cevap verebilecekleri görmeye çalışıyorum.

Zorlanıyorum.

Vatandaşın, başbakanın eli güçlensin diye verdiği destek, ülke genelinde umulan anlamını bulacak mı, merak ediyorum. Başbakana “boşbakan ve başçalan” diye hakaret edenler, yine kendilerine özel kadrolarında, başbakana destek verenlere “nanik yapıp” işlerini yürütmeye devam mı edecek, bunu da merak ediyorum.

Gidip durumu muhataplarına sorsanız, sanırım “hele bir yarın olsun” diyerek öteleyecekler. Oysa samimi kadroların, kimi beklentileri var. Çeşitli oyunlarla ötelenen, ötekileştirilen, pasif alana çekilen bu kadroların, halkın verdiği güçlü destek sonrası beklentileri arttı ve umutla bekliyorlar.

Bir gün yolların adım adım tükendiğini, yarınların tükendiğini gördüklerinde, emaneti üstlenmiş insanlara acı tebessümlerle bakacaklarsa, ülkenin kaybını varın siz hesaplayın.

Düne ait günlerde, o günün şartlarında, bugün geldiğimiz günlerin, bu kadar çabuk geleceğini sanmıyorduk. Kapımıza gelenler, aradan beş yılın geçtiğini, yeni bir seçimin yapılacağını söylediler. Kazanıp kaybetmekten ziyade,  önce, yeni bir seçim demenin, tükenen yıllar olduğunu anlamamız önemlidir. Yılların tükenmesi, hayatın tükenmesi demektir. Hele bir de umulanlar gerçekleşmemişse, gerisini siz hesap edin.

Yarına bırakmayın umutları, bugünden başlayın. Yarın her halükârda geç kalmanın adıdır.

Ramazan Kayan 

maxresdefault

Yaşadığımız şu yaşlı dünyada insan nüfusu artmaya devam ederken,beri yandan insanlığın nasıl bir yozlaşmaya ve  yok oluşa maruz kaldığı gün gibi aşikar…Herkesin malumu insan çok , insanlık yok…

İnsan bireyselleştikçe ,  bencilleştikçe , dünyevileştikçe insanlık eriyor…İnsani değerler , doğrular , ilkeler çürüyor …Kutsallarını toprağa gömen , ruhunu satan insanlar hızla çamurlaşıyor… Artık sadece çıkarlar , yararlar , fiyatlar , rakamlar , puanlar , grafikler , karneler konuşuyor…

Kazanmak arzusu, kaybetmek korkusu insanları acımasız yapıyor… Amansız bir yarış… Ürkutücü bir rekabet… “İnsan insanın kurdudur” tespiti  küresel ölçekte insanlığı tehdit ediyor…Kurtlaşan kuşaklar kurtluklarıyla öğünüyorlar…

Dünya acı çekiyor ama  bu sadece kötü insanların şerrinden , şiddetinden , şeytanlıklarından değil , iyi insanların sessizliğinden , sinmişliğinden, sorumsuzluğundan da  kaynaklanıyor…

İnsancıl görünmek ,  hümaniter  takılmak , insan hakları söylemi ile yüreklere su serpmek yetmiyor , Göz göre göre insanlık ölüyor… Kanıksadık , alıştık  artık insanlık dışı her şey normalleşiyor…

Gerçekten insanlığımıza ne oldu?

Bu kadar umursamazlık , vurdumduymazlık , utanmazlık neyin nesi ?

Omurgasız  , onursuz bir hayatı insanlar olumlayabiliyor…Ceplerini doldurup içlerini boşaltmakta hiçbir sakınca görmüyorlar…Hiçleşen insanların haya , haysiyet , hakikat , hayır nedir , umurlarında bile değil …

Bilelim ki insanlık ödlümü her şey gider…

Dostluk , kardeşlik , annelik , babalık , evlatlık , komşuluk , akrabalık…Vicdan , insaf , iyilik , erdem , ahlak , adalet ve merhametin esamesi okunmaz olur …

İnsanlığın bittiği gün ; yalnız , yorgun , yitik ve bitiktir…Artık korumasız , kimsesiz ve kahır yüklüdür…

İnsanlığın bittiği anın sonrası vahşet ,  vehamet , cinnet ve kıyamettir…

İnsanın tufanı ve tuğyanı ne zaman başladı ?

İnsanlıkta sınıfta kaldığı gün …

Şayet insanlık damarı kurumuşsa ; çılgınlık , çirkinlik , çarpıklık karşısında kim durabilir ?

Midesine kölelik edenlerden , hazlarının esiri olanlardan , kasasının güdümüne girenlerden hayır beklemeyin…İnsanlık aramayın…Tek kişilik dünyaları olanlar onlar sadece dünyaya yüktür …

İnsanlık ödlümü öldürüldü mü bilmiyorum …

Ama bildiğim bir şey varsa bunun katili menfaatçılık ve dünyacılıktır…

Ahlaksız bir kazanç ,  değersiz ve ilkesiz bir siyaset tersiz ve emeksiz bir zenginlik , vicdansız ve insafsız bir toplumsal yapı neyin göstergesi ?

Artık yeryüzünde haksız yere öldürülen insanlardan ziyade katledilen insanlığımıza yanıyorum …

Hani insanlar ölsede insanlık ölmedi diyecektik ?

Yaşamak için değil yaşatmak için yaşayacaktık ?

Ötekisi için yaşama erdemini kuşanacaktık ?

Evet artık şehvet , servet , şöhret sarmalından kurtulup adanmışlık bilinci ile adam gibi adam olmanın sınavını verebilmeliyiz …

Tüm olumsuzluklara rağmen inanıyoruz ki, eninde sonunda insanlık kazanacak…

İslam insan olma sanatıdır …

Şimdi hasbilik , kalbilik , harbilik ve fahrilik zamanıdır…