Makaleler

Sezai Karakoç 

krkc

Bütün meselelerimizin, sıkıntılarımızın, çıkmazlarımızın kaynağı Batılılaşmadır, Batıcılıktır. Yüzyıllardır içine saplandığımız bu bataklıktan kurtulmanın ne yazık ki halâ bir çaresini bulmuş değiliz.
Kurtulmak için yapılan her teşebbüs, dönüp dolaşıp daha çok batıcılıkla sonuçlanmaktadır.
Avrupa’da görev yapan dış işleri mensuplarının, elçilerin, vezirlerin görünüşe (ki Batı çok önem verir) kapılıp başlattığı bu hareket, daha sonra oraya okumaya gönderilen öğrencilerle devamlılık, yoğunluk ve hız kazanarak büyümüş ve bugün çok daha geniş ve etkin bir boyuta ulaşmıştır.
Bu formasyonu alan nesiller yetişmiş, ülkemizin manzarası değişmiş, ama bu değişiklik daha çok olumsuzluk yönünde gelişmiştir. Kendi öz kök ve kimliğimizden neredeyse ne varsa atmaya çalışmış, buna da “devrim” adını vermiş ve sonunda geriye dönüp bakmaya korkacak hâle gelmişizdir.
Toplumda geniş bir tabaka, İslâm yapısından kopmuş, otantik anlamda batılı da olamamış, halkımızın özgün deyimiyle söylersek, “iki arada bir derede” kalmıştır. Halkımızsa, kendi yaşantısını sürdürmeğe çaba sarfetmişse de, sahipsizlikten, bu da giderek gücünü koruyamayan bir yerellik direnişi seviyesini aşamamıştır.
Bütün bu gayretkeşliklere göre, bâri Batıyla aramızdaki teknoloji, bilim ve silâh sanayiindeki açık kapanmış olsaydı! Ama ne gezer! Aksine, bugün bu konudaki fark bir uçuruma dönüşmüştür. Kendimizi savunmak için her türlü ileri teknoloji ürünü silâhı, uçağı, tankı, helikopteri vb. ni satın almak zorundayız.
Neyle satın alcağız bunları? Elma, domates satarak mı? Tam tersine, Batı, tarım ürünlerimizi, tekstil mamullerimizi, tütünümüzü, şekerimizi dahi almama yönünde sınırlamalar getirmiş ve kendi tarım, hatta süt ürünlerini bize satmayı hedeflemiştir.
Herşeyi Batı’dan alcaksak neyle alcağız? Tabiidir ki, atalardan kalan ne varsa, onunla. Onların çoğu gitti. Sıra topraklarımıza geldi. Onu da artık kapış kapış alıyorlar.
Bu Batıcılık macerası bizi sonunda, yersiz yurtsuz, her kapıdan hakaretle kovulan ve en sonunda sefalet içinde bir çöplükte can veren dilencinin durumuna düşürecektir.
Avrupa Birliğine katılma ham hayali içinde varacağımız son, bir çukurda hayatı sona erdirmekten başkası olmayacaktır.
Dünya tarihinde, kendi varlık cevherini, özgün kişiliğini terk ve başkasını taklit ederek yeni bir atılım yapmış, hayatta kalmış bir toplum, bir millet, bir devlet, bir medeniyet yoktur.
Batı, Kartaca medeniyetini, eski Mısır medeniyetini, Amerikan kıtasındaki İnka, Maya ve Aztek medeniyetlerini yok etmiştir. Filistin Yahudi Devleti’ni yıkmış, halkını bütün dünyaya dağıtmıştır. Yahudiler ancak iki bin yıl sonra derlenip toparlanmışlardır. Baştan beri İslâmı yoketmek için saldırmış, bunun için asırlarca süren haçlı seferleri düzenlemiştir. Afrika’yı, Asya’yı, Hindista’nı, Çin’i, Orta Asya’yı (unutmayalım ki, Ruslar da Batı’ya dahildir) işgal ve istila etmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda da son büyük İslâm devleti olan Osmanlı Devleti’ni yıkmışlar, islâm ülkelerini işgal etmişlerdi Batılılar. İkinci Dünya Savaşı’nda onlar birbirine düşünce, bir parça nefes alan islâm ülkelerine, şimdi, yeniden saldırmaya, hepsini tekrar işgal ve istilâya girmişlerdir.
Bütün bu saldırıları durdurmak, bu işgal ve istilâyı önlemek için girişilen batılılaşma hareketleri ve bunun artık bağımlılık biçimine girmiş hâli olan batıcılık, ülkeyi savunma ve korumada etkisiz kalmış, hatta batılıların işini kolaylaştırmaktan başka bir şeye yaramamıştır.
Jöntürklük, ittihatçılık, devrimcilik, liberallik, solculuk, sosyalistlik, komünistlik gibi adlarla bize yabancı ruhu musallat eden batıcılık, daha da ileri giderek, sözde demokrasi, sağcılık ve milliyetçilik adına, halka, hatta, bir dereceye kadar, sözde islâm cemaatlerine de ârız olmuş bir psikoloji olarak ruhumuzu kemiren, onulmaz aşağılık duygusuna boğan bir ortam oluşturmuştur.
Çaresiz miyiz? Bir çıkış yolu yok mudur? Kurtuluş yolu nedir?
Soru çok ciddidir. Sorun, derin ve büyüktür. Ancak, umutsuzluğa yer yoktur.
Kur’an-ı Kerim, bize eski medeniyetlerin neden çöktüğünü, bazı toplumların neden âdeta maymuna dönüştüklerini anlatmakta ve bizi uyarmakta iken, “başka”larına benzemekten bizi şiddetle men ettiği halde, gafletle bu uçuruma yuvarlanmış da olsak, yaptığımızdan dolayı pişman olmalı, tövbe etmeli, Allah’tan, af dilemeli ve ayağa kalkmalıyız. Peygamberimizi, sahabelerini, sayısız bilginlerimizi, bilgelerimizi, imamlarımızı, hükümdarlarımızı hatırlayarak eşsiz medeniyetlerimizi yeniden diriltmenin büyük atılımına girişmeliyiz.
Tarih, böyle köklü, uzun vâdeli ve çok cepheli, çok boyutlu yürekten yapılan bir girişimin başarıyla, zaferle biteceğine çok kez şahit olmuştur.
Yeter ki, birleşelim, Abbasiler, Osmanlılar gibi büyük devletlerimizi kuralım. Medeniyetin her alanında batılıları geride bırakacak keşifler, icatlar, çalışmalar yapalım. Bilimde, teknolojide, sanat ve edebiyatta, inanç ve ahlâkta en objektif değerlendirme ile en önde olalım. Sayısız tarihçi, sosyolog, arkeolog, matematikçi, fizikçi vb. yetiştirelim. Ölçü: Dünya çapında olmak. Dünya çapında bilim adamları, ruh insanları, devlet adamları, şairler, romancılar vb. yetiştirelim. Dünya çapında sinemamız, televizyonculuğumuz olmalı. Dünyaya her dilden seslenmeli ve onlara gerçek insancılığın çıkar yolunu göstermeliyiz.

İslâmın Dirilişi böyle gerçekleşecektir. Diriliş gençliğinin, diriliş erlerinin, tüm müslümanların yolu açık olsun!

Hayrettin Karaman 

hayrettinkaraman (1)

Fitne, Kur’an’da ve hadislerde sıkça geçen ve asıl mana ile ilişkili olarak farklı manalarda kullanılan, bu manalara göre de mümin davranışının nasıl olacağı konusunda emirler verilen ve tavsiyelerde bulunulan bir kavramdır.

Tarihimizde bu kavramın arkasına sığınılarak (kavram istismar edilerek) zulme rıza gösterme, bazı hakları kısıtlama, ıslah teşebbüsü yerine köşesine çekilip bozulanın düzelmesini Allah’tan, İsa’dan, Mehdi’den bekleme yolunu seçme gibi yanlışlar da yapılmıştır.

Son günlerde yine fitne gündeme getirilmiş, fitnenin tarafları kavramı kendi lehlerine yorumlamayı tercih etmişlerdir.

Bir heyet olarak yazdığımız “Kur’an Yolu” isimli tefsirimizi esas alarak “İslam’da fitne” konusuna açıklık getirmeye çalışacağım.

Kur’an’da bir çeşit fitne karşısında mümin davranışının nasıl olacağını açıklayan birkaç ayetin meali şöyledir:

« Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez. Onları (dininize ve vatanınıza karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Harâm civarında onlar sizinle savaşmadıkça siz de orada onlarla savaşmayın. Şayet sizinle savaşmaya kalkışırlarsa o zaman onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir! Eğer onlar vazgeçerlerse, artık Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (Bakara: 2/190-192) »

Bu âyetlerin tefsirinde “fitne” kavramı hakkında şu kapsamlı açıklamayı yapmışız (Okumayı kolaylaştırmak için iç kaynakları zikretmedim, merak edenler tefsire bakabilirler):

İslâm kültüründe geniş bir kullanım ve etki alanı kazanmış olan âyetteki fitne kelimesi, genellikle “sınama, deneme, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme”; özellikle hadislerle diğer İslâmî literatürde “dinî, sosyal ve siyasî kargaşa” anlamında yaygın olarak kullanılan bir terimdir. İnanç uğruna mâruz kalınan ağır işkence için de fitne kelimesi kullanılmıştır. Fitne her zaman insan için bir sıkıntı veya risk anlamı taşır. Ancak fitne olarak değerlendirilen bir durumla karşılaşan insanın bunun bir imtihan olduğu bilincini koruyarak bu tehlikeli sınavı başarıyla sonuçlandırması mümkündür. Bu açıdan bakıldığında fitne, inanma iradesini daha da güçlendirme, ahlâkî bakımdan arınma, insanın imanındaki kararlılığını ve erdemli yaşayışını kanıtlama fırsatı vermesi itibariyle ferdin veya toplumun dinî ve ahlâkî gelişmesine katkısı olan bir imtihan ve deneme yolu olarak da değerlendirilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de otuz dört âyette fitne kelimesi, yirmi altı âyette de türevleri geçmektedir. Fitnenin Kur’an’daki kullanımına göre anlamlarını tesbit etme hususunda en önemli kaynak olarak bilinen ve bu bakımdan bazı özel araştırmalara konu olan Taberî’nin Câmi’u’l-beyân’ı da dikkate alındığında fitne ve türevlerinin Kur’an’da başlıca şu mânalarda kullanıldığı görülür: Sınama (ibtilâ), deneme (ihtibâr) ve imtihan (Bakara 2/102; Tâhâ 20/40, 85, 90, 131); şirk, inkâr, müşriklerin müslümanlara uyguladıkları, inkâr ve şirke döndürmeyi amaçlayan baskılar (Bakara 2/191, 193, 217; Nisâ 4/91); dalâlet, sapma, saptırma (Mâide 5/41, 49; Sâffât 37/162); azap, işkence, ateşe atma (Ankebût 29/10; Zâriyât 51/13, 14; Burûc 85/10); düşman saldırısı (Nisâ 4/101); Allah’ın, kullarına farklı imkânlar vererek birbirlerine karşı niyet ve tutumlarını ortaya çıkarması (En’âm 6/53; Furkan 25/20; bk. Taberî, VII, 206-207; XVIII, 193-194); günah (Tevbe 9/49); şeytanın hile ve tuzağı (A’râf 7/27); şeytanın zayıf ruhlu kişilere aşıladığı bâtıl inanç ve kuruntu (Hac 22/53); nifak (Hadîd 57/14; bk. Taberî, XXVII, 226); delilik (Kalem 68/6).

Taberî sık sık Arap dilinde fitnenin asıl anlamının “deneme ve sınama”, bilhassa “‘ateşe atarak deneme'” olduğunu belirtir ve öteki kullanımların da temelde bu mâna ile ilişkili bulunduğuna işaret eder. Deneme ve sınama bazan insanlar için daima bir risk taşıyan mal mülk, evlât, sağlık gibi nimet sayılan değerlerin verilmesiyle olduğu gibi, çok zaman yokluk, hastalık, musibet, şeytan veya düşman tasallutu gibi üzüntü ve sıkıntılara mâruz bırakılmakla da olmaktadır (I, 461-462; XVI, 162, 196-197, 200, 235).

Kur’ân-ı Kerîm’de fitne kavramının ifade ettiği deneme ve sınamanın çeşitli şekillerine işaret edilmiştir. Fitne Allah tarafından kullarına yöneltilmiş bir deneme ve sınama olabilir. Allah insanların iman ve ahlâktaki samimiyetlerini kanıtlamaları için bir fitne (imtihan) olmak üzere onları hayırla da şerle de (hem nimet hem de sıkıntılarla) sınar (Enbiyâ 21/35). İnsanlar “dünya hayatının geçici güzellikleriyle” imtihan edilirler (Tâhâ 20/131). Mal ve evlât birer fitne (imtihan) vasıtasıdır (Enfâl 8/28). Bol rızık veya genel olarak herhangi bir nimet de fitnedir (Zümer 39/49; Duhân 44/17; Cin 72/17). Buna karşılık insanlar bir kederle (Tâhâ 20/40), çeşitli belâlarla da (Tevbe 9/126; Hac 22/11) imtihan edilirler.
Fitne insanlar arası ilişkilerde de söz konusu olabilir. İnkârcıların müslümanlara karşı olumsuz tavırları müslümanlar için bir fitnedir; zira böylece onların sabır ve sebatları denemeden geçirilmiş olur (Furkan 25/20).
Öte yandan müslümanların mâruz kalacakları herhangi bir sıkıntılı durum da kâfirlerin bundan yanlış sonuçlar çıkarmalarına yol açan bir fitne olabilir. Nitekim müfessirler “Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir sınama (fitne) konusu yapma” (Mümtehine 60/5) meâlindeki âyeti, “Bizi onların eliyle veya başka bir şekilde eza ve cefaya uğratma; aksi halde inkârcılar, bizim hakkımızda ‘Eğer bunlar doğru yolda olsalardı böyle sıkıntılara mâruz kalmazlardı’ şeklinde yanlış düşüncelere kapılırlar” tarzında açıklamışlardır (bk. Şevkânî, V, 246).
Kur’an’a göre insan inkârcılık, münâfıklık gibi yanlış inançları veya kötü davranışları sebebiyle kendi kendisinin de fitnesi olabilir (Hadîd 57/14; bk. Şevkânî, V, 198). “Kalplerinde eğrilik olanlar”ın Kur’an’daki müteşâbih âyetleri dillerine dolamalarının hedefi “fitne çıkarmak” (Âl-i İmrân 3/7), yani inananların zihninde şüphe ve tereddütler meydana getirmektir (Taberî, III, 180). Kur’an’da ashâbü’l-uhdûd diye anılan inançlı insanlar da inkârcılar tarafından ateşe atılmak suretiyle işkenceye tâbi tutulmuş ve böylece fitneye mâruz bırakılmışlardır (Burûc 85/10). Bazı âyetlerde müşriklerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek, tekrar inkârcılık ve putperestliğe döndürmek maksadıyla giriştikleri yıkıcı faaliyetler, kezâ münafıkların, farklı metotlarla da olsa aynı yöndeki girişimleri (Tevbe 9/47-48; bk. Taberî, X, 145-147) fitne kavramıyla ifade edilmiştir.

Fitne kavramı Kur’an’daki anlamlarıyla hadislerde de geniş ölçüde geçmektedir Hadislerde ayrıca “Deccâl fitnesi”, “Mesih fitnesi” şeklindeki deyimlerle kıyamet alâmetleri diye bilinen gelişmelere de fitne denildiği görülür. Hadislerde fitne “dinî ve siyasî sebeplerle ortaya çıkan sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş” anlamında da yaygın olarak geçmekte; İslâm’ın ilk asırlarından itibaren vuku bulan dinî ve siyasî çalkantıları, sosyal huzursuzlukları haber veren bir konumda da kullanılmaktadır. Bu hadislerde fitne genellikle İslâm ümmetinin birlik ve bütünlüğünü tahrip eden bir komployu veya her türlü yıkıcı faaliyetleri ifade eder. Bunların birinde Hz. Peygamber “Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerinizin arasından aktığını görüyorum” buyurmuştur (Buhârî, ‘Fiten’, 4). Hadis bilginleri burada özellikle Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayıp sonraki dönemlerde devam eden kargaşa ve iç savaşlara işaret edildiğini belirtirler. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste “Zaman yaklaşacak, ameller azalacak, aç gözlülük yayılacak, fitneler açığa çıkacak ve adam öldürme olayları artacak” denilmiştir (Buhârî, ‘İlim’, 24, ‘Fiten’, 5). Ayrıca Buhârî, zamanla insanlar arasında bilgi ve dindarlık farkları kalkıp herkesin cehalette ve dinî konulardaki gevşeklikte birbirine benzemeleri, amellerin azalması, fitnenin çoğalması, öldürme olaylarının artması, can güvenliğinin ortadan kalkması gibi olumsuz gelişmelerin vuku bulacağını haber veren hadisleri “Fitnelerin Zuhuru” başlığını taşıyan babda toplamak suretiyle fitne kavramının kapsamını dinî, ahlâkî, ilmî ve sosyal çöküş anlamlarını kapsayacak şekilde geniş tutmuştur (bk. Buhârî, ‘Fiten’, 5). “Yakında fitneler meydana gelecektir. O sıralarda oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen de koşandan hayırlıdır.” (Buhârî, ‘Fiten’, 9, ‘Menâkıb’ 25; Müslim, ‘Fiten’, 10, 12-13) anlamındaki ifadelerle başlayan hadiste de genellikle ilk iki asırdaki kargaşa ve iç savaşlara işaret edildiği düşünülür.

İslâm âlimleri genellikle Hz. Osman’ın öldürülmesiyle (35/656) doruk noktasına ulaşan kanlı siyasî buhranı ilk fitne sayarlar ve bu olayı ayrıca “büyük fitne” diye de adlandırırlar.

Fitne kavramının tarih boyunca Müslümanların ruhunda ürkütücü tesirler uyandırmasında ilk dönem Müslümanları arasında ortaya çıkan üzücü olayların özellikle ilk iki asırda yaşanan siyasî çalkantıların bıraktığı derin izlerin payı büyüktür. Onlar, fitnenin Kur’an’daki ağırlıklı mânasını da dikkate alarak, bu çalkantıların vuku bulduğu zamanları dine, İslâm cemaatine ve meşrû idareye bağlılıkları konusunda denendikleri ve bu bağlılıklarını ispat etmek durumuyla karşı karşıya bulundukları dönemler olarak düşünmüşlerdir. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayıp Cemel Vak’ası (36/656), Sıffîn Savaşı (37/657), bu savaştan sonra başlayıp uzun yıllar devam eden Hâricî ayaklanmaları, Emevî iktidarına karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr’in Hicaz’daki hâkimiyetine son vermek üzere Yezîd b. Muâviye’nin gönderdiği ordunun Medine yakınındaki Harre’de Medineliler’le savaşarak şehri yağmalaması (63/683), aynı maksatla Abdülmelik b. Mervan tarafından gönderilen Haccâc b. Yûsuf kumandasındaki ordunun altı ay kadar süren Mekke muhasarası ve işgali ile Abdullah b. Zübeyr’in öldürülmesi (73/692) gibi kanlı olaylar ve iç savaşlar İslâm toplumunun karşılaştığı ilk fitne hareketleri olarak tarihe geçmiştir. Özellikle Hz. Osman’ın şehid edilmesi olayı Müslümanların dinî ve siyasî kamplara bölünmesine yol açan, daha sonra Sünnî-Şiî ihtilâfının kökleşmesiyle gelecek kuşakları derinden etkileyecek olan fitnelerin başlangıcı sayılır.

Konumuz olan âyetin “Fitne, öldürmekten daha kötüdür” cümlesinde geçen fitne kelimesinin, hadislerde geçen “siyasî ve sosyal karışıklıklar” anlamıyla ilgisi olmayıp, tefsirlerde kısaca “Allah’a ortak koşma; müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları, inkâr ve şirke döndürmeyi amaçlayan, daha genel olarak onların imanlarını tehlikeye sokan maddî ve mânevî baskılar, İslâm ve Müslümanlar aleyhindeki tertipler ve propagandalar” şeklinde açıklanmıştır. Âyete göre bir Müslümanın böyle bir tehlike sonucu imanını kaybetmesi, muhtemelen mâsum birini öldürmesinden daha büyük bir suçtur (veya kendisinin Müslüman olarak öldürülmesinden daha kötüdür). Mekke döneminde müşrikler tarafından yoğun baskılarla, zulüm ve hakaretlerle uygulanan bu fitne faaliyetleri hicretten sonra da bilhassa Medine dışındaki Müslüman kabilelere yönelik olarak sürdürülmüş; henüz Müslümanlığı yeterince benliklerine sindirememiş olan bu kesimlerden bir kısmının putperestliğe dönmelerine bile yol açılmıştır (bk. Nisâ 4/91; Taberî, V, 201-202). Ayrıca bu şekildeki bir inkâr tehlikesi yalnız ilk dönemlerde olmuş bitmiş bir durum olmayıp sonraki zamanlarda benzer durumlar yaşandığı gibi, günümüz dünyasında da Müslümanlar dinleri, inanç ve ahlâkları konusunda zaman zaman son derece ağır imtihanlar yaşamakta, çok yönlü ve çok çeşitli yıkıcı faaliyetlerle karşı karşıya kalabilmektedirler. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in, söz konusu fitneler karşısında mutlaka tedbirli olmayı ve olabildiğince bu tür gelişmelerle mücadele etmeyi amaçlayan uyarısının önemi devam etmektedir.

Hadislerde geçen “fitne zamanında susmak, pasif kalmak, bir köşeye çekilmek” gibi davranışlar genel geçer bir kural olmayıp şahısların özel durumları, müminleri birbirine düşüren sebep konusunda “kimin haklı, kimin haksız olduğunun” bilinememesi, düzeltme teşebbüsünün daha büyük zarar doğurma ihtimalinin kuvvetli olması gibi hallere mahsustur. Asıl kural ise müminin, haklının yanında yer alması, iyi ve meşru olanı gerçekleştirme, kötü ve gayrimeşru olanı engelleme vazifesini ifa etmesidir.

Nurettin Yıldız

nureddin_yildiz_hoca_kimdir

İnsanlığın unutulmasını iki anlamda kullanmamız mümkündür. Birincisi, insan olduğumuzu unutmamızdır. İkincisi de, insanlığın gerektirdiği fazilet sahibi olma zorunluluğunu unutmamızdır. Her iki unutmanın da sonucu, insanî kimlik açısından bir eksikliktir. İnsanın, insan olarak yaşadığı hâlde etten kemikten yaratılmış olduğunu unutması insan olarak bulunması gereken her yerde bir sorun nedenidir. İbadet yaparken bile nihayetinde insan olduğunun bilinci içinde ibadet yapılabilir. Ne melekleşme ne de insanın dışındaki varlıklardan birine benzeme şeklinde bir unutma kabul edilebilir değildir. İnsan olmanın en tabii gereklerinden biri, insan olarak yaratılmış olmayı unutmamak olmalıdır.

İnsanlığı unutmanın bir diğer yönü de, yaşadığımız hayatın önümüze çıkaracağı ikili ilişkilerimiz hakkında yorum yaparken, değerlendirirken bizim ve karşımızdakinin insanlığa muhtaç olduğunu unutma sıkıntısıdır. İnsanlık bir fazilettir. İnsanî kimliğimiz ancak insandan beklenen faziletlerin uygulanması ile ortaya çıkabilir. Aile içinde eşlerin birbirlerine karşı insanlığı bir fantezi görmeleri yani insanlık yapmasa bile eksiklik yapmamış olacağını zannetmeleri bir kayıptır. Nikâhla bir araya gelmiş iki insanın, onları yaratan ve birbirlerine helal eden Allah’tan sonra ilk bilmeleri gereken şeyin birbirlerine karşı ilişkilerini insanî ölçülerin belirlemesi olmalıdır. İnsanlığın unutulduğu bir ortamda İslam adına kimlik oluşturmak ne kadar mümkündür?

Ebeveynin çocuklarına karşı muamelesinde de insanlık unutulmaması gereken ölçüdür. Çocukların nihayetinde insan oldukları, etten ve kemikten yaratıldıkları gerçeği unutulmaması gereken birinci boyuttur. İkinci boyut da, onlarla ilişkide insanlık gösterme zorunluluğumuzdur. İnsanlık, toplu taşıma araçlarında birbirimize gösterdiğimiz nezaketten çok daha önce, aile içi ilişkilerimizde kimliğimiz olmalıdır. Eşlerin birbirlerine karşı sözleri, davranışları bu ölçüye uymalıdır. Allah’ın emaneti olarak çocuk büyüten anne babalar, anne ve babalığın bir insanlık erdemi olduğunu hiç unutmamalıdırlar ki, İslam ve Müslümanlık üzerinden gündem yapabilme hakkımız bulunsun.

 En zor örnek

Kur’an’ımız üzerinden bir örneği gündemimize alabiliriz. Bir aile için en karamsar sahnenin adı olan boşama/boşanmadan söz eden Bakara suresinin iki yüz otuz yedinci âyetini okuyabiliriz. Bu âyet, Kur’an’a iman edenlerin Müslüman kimliklerine yapıştırılmış bir ayrıntı gibi ’unutulmaması gereken insanlık’ ölçüsü vermektedir. Bu ölçüyü verirken de mü’min insanı şartsız teslim olmaya sevk eden takva ve Allah’ın kullarını görmesi gibi imanın gereği olan hakikatleri hatırlatmaktadır. Çok daha çarpıcı bir ifade ile bu âyette, kaynama seviyesindeki suyu bile serinletebilmekten söz edilmektedir.

Önce âyeti mealinden okuyalım. Âyet, erkeğin kadını boşamasından söz etmektedir:

’Mehirlerini belirlediğiniz halde kendileriyle cinsel ilişkide bulunmadan onları boşarsanız, kararlaştırdığınız mehrin yarısını onlara vermeniz gerekir. Ancak kadınlar alacakları mehirden vazgeçebilirler veya nikâhı elinde bulunduran erkekler mehrin tamamını bağışlayabilirler. Ama sizin bağışlamanız takvaya daha uygun bir davranıştır. Aranızdaki fazileti unutmayın. Şüphesiz ki Allah, her ne yapıyorsanız onu görendir.’

Bir ailenin dağılma sürecini anlatan âyeti başlıklar şeklinde ele alalım:

Âyet, erkeklere hitap ediyor. Bir erkek, eşini boşama durumunda ise bir hak kullanacaktır. Bu hakkın adı boşama hakkıdır. Dikkat edilmelidir ki bu hakkı erkeğe veren Allah Teâlâ’dır. Erkek eşini boşarken, iki durum vardır. Birincisi, eşlerin cinsel ilişkiye girmiş durumlarıdır. İkincisi de cinsel ilişki öncesi durumlarıdır. Bu âyet, ikinci durumu izah etmektedir. O da cinsel ilişki içinde olmamış karı kocanın boşanma durumudur. Ortada, nikâh dışında çocuk ve benzeri ağır bağlar yoktur.

Böyle bir durumda erkeğin, nikâh akdinde konuşulan mehrin yarısını vermesi gerekir. Cinsel ilişki gerçekleşmiş olsaydı, mehrin tamamı kadına teslim edilmiş olacaktı. Erkek, bu durumda mehrin yarısını vermesi mecburidir. İkramda bulunup tamamını verebilir ki, bu bir fazilettir. Gergin anda bile terk edilmeyen bir insanlıktır. Unutulmamış bir erdemdir. Aynı şeyi kadın da yapıp, hakkı olan yarım mehri istemeyebilir. Onunki de bir fazilettir, erdemdir.

Bütün bunlar yapılırken âyet, önemli bir ikazı hatırlatmaktadır: ’Aranızdaki fazileti unutmayın!’ Buradaki ’fazilet’ kelimesini ’insanlık’ olarak kullanmak istiyoruz. Zira insanlık kavramını kullanırken, öne çıkardığımız ve insanlığın içini dolduran kavramlardan biri de fazilettir.

Âyet biterken, iman eden her erkek ve kadının yok sayamayacağı bir gerçeği hatırlatıyor: ’Şüphesiz ki Allah, her ne yapıyorsanız onu görendir.’

İman eden için bu hatırlatma her şeyi bitiren son sözdür. Ne yaparsan yap onu gören bir Allah’a iman etmek ne demekse mü’min için evlilik gibi bir ilişkiyi bitirirken insanlığı unutmak da o kapsamdadır. Evlilik bitirilebilir ama insanlık bitirilmemelidir ki, iman etmenin açık farkı belli olsun.

Günlük Hayat

Bir erkek veya kadının hayatında en zor noktayı, ailenin dağılmasını ele alarak insanlığın unutulmaması gerektiğini tekit ettik. Sıradan günlük işlerde insanlığı nere oturtabiliriz buna göre? Erkeğin kadın üzerinden zevklerini tatminde sınırsız denebilecek kurallar koymaya kalkışmasına ya da aynı şeyi kadının erkek üzerinde yapmaya kalkışmasını insan olmanın neresine koyabiliriz? Etten ve kemikten yaratılmış bir insan olmak ya da olgunluk ve ahlâk sahibi olmaya mecbur eden mükerrem bir insan olmak; hangisi olursa olsun, aile hayatında insanlığı rafa kaldırmamız mümkün değildir. İnsanlığın rafa kaldırılabildiği yerde Müslüman olarak biz de yokuz demektir.

İnsanlığı, basit kelimelerle dillendirilebilen bir kavram olarak da göremeyiz. ’Bir su rica edeyim.’ demek ya da, iki cümleden birine ’lütfen’ ve benzeri filmlerde kullanılan nezaket kelimelerini ilave etmek insanlık değildir. Giyim kuşama dikkat ediyor olmak da insanlığın bütünü olarak gösterilemez. İnsanlığı daha yüksek yerlerde, daha hassas tavırlarda aramalıyız.

Sabır ve vefa, bugünkü neslin insanlığını ispat edebileceği ilk iki basamaktır. Sabırsız aile ilişkileri, sabırsız eşler, sabrı tükenmiş anne babalar için insanlığın sürdüğünü nasıl iddia edebiliriz? Bütün incelikleri ile sabrın hakkını verebilen ve ailesinde sabırla iş görebilen erkek veya kadının, Allah’ın razı olacağı bir iş yaptığı muhakkaktır. Sabır, en büyük ecir kaynaklarından biridir. Ailede sabır olmayacak da nerede olacak? Şüphesiz, eşinin sıkıntılarına sabredebilen, çocuk yetiştirmenin peygamberleri ağlatan meşakkatlerine sabredebilen anne/baba ibadet icra etmiştir. Karşılığını cennette bulacağı bir iş görmüştür. Salih amel yapmıştır. Bunları tartışmaya mecal yoktur. Aynı zamanda da tam anlamıyla bir insanlık göstermiştir. Çünkü insanlık sözle doldurulur bir balon değildir. Bilakis insanlık, işle ve tavırla ispat edilir bir kimliktir. Sabır da o karakterin en açık okunur uygulamalarındandır. Ailesinde sabreden için bunları söylemek hakkımızdır. Onu aile pratiğine uygulayamayan ise her şeyden önce insanlığı unutmuştur.

Vefayı da bu gözle görebiliriz. Evlilik öncesinden başlayan sözlere karşı insanın kendisini borçlu hissetmesi bir vefa uygulamasıdır. İyiliklere karşı iyilik yapma hissi taşımak vefadır. Bir hatayı kırk doğruyu imha edecek çapta görmemek vefadır. Vefa da insanlıktır. Dünü silen bugün, kötü gündür. Zor günlerin sadakatini yok saydıran sonradan görme zenginlik gibi arızî gelişmelere esiri olmak vefa dışında kalmaktır. Vefasız kalan insanlıktan uzak kalmıştır. İnsanlıktan uzak kaldıktan sonra ne tesettür ne de sakal Müslümanlık mührü değildir artık. İslam, insanlara inmiş bir dindir. İnsanlık üzerinde en güzel nimetlerini gösterir İslam.

 

Sadece sabır ve vefa değil

Elbette sadece sabır ve vefa ile insanlığımızı ispat edemeyiz. Dinimizin bize ahlâk olarak öğrettiği her şey aynı zamanda insanlığımızdan bir parçadır. Dinimiz bizi infaka, ihsana, şecaate, ihlasa davet etti ise bunlar bizim insanlık değerlerimiz demektir. Ailede veya insan olarak bulunduğumuz her yerde önceliğimizin ne olması gerektiğinden söz ediyoruz. Yani insanlığımızdan söz ediyoruz. Onu kaybeder veya yer yer unutursak, Müslümanlığımız bizde kökleşecek yer bulamayabilir.

İnsanın en muhtaç olduğu zamanlarında şehvet ateşini söndürdüğü huzur kaynağını daha sonra hor görmesi vefadan uzak kalmaktır. Çocuk gibi büyük bir nimete kavuştuğu vesileyi görmezden gelmesi hatta çocuğu alıp ona ulaştığı vesileyi tepmesi reddedilecek bir iştir.

Başkasından beklediğimiz insanlığı kendimizde bir köşeye itemeyiz.

Ahmet Özcan

caea1259-c172-df11-9ae7-0022198f4d6a

‘Ve Nemrud’un tacına konar bir beyaz kelebek taşa çevirir onu.

Firavun uyanmıştır ama Tûr-i Sina’da bir Musa bekler sabahı’

İslam dünyası 11. Ve 13. yüzyıllar arasında ciddi bir kriz yaşamıştı. Emevi-Abbasi kavgaları ve mezhep savaşlarından sonra Haçlı saldırıları başlamış ve bu taarruza paralel olarak Batıni akımlar da Müslüman toplumların direncini kıracak bir itikat zehirlenmesiyle her yanı sarmıştı. Selçuklu devirleri de denilen bu dönem, şarkın sevgili sultanı Selahaddin Eyyübi’nin Kudüs’ü fethiyle haçlı taarruzuna son vererek, Ehli Sünnet enternasyonalizmi ile de iç istikrarı sağlayarak nispi bir istikrara kavuşmuştu. Beyliklerin iktidar kavgası devam etse de, bu kavgalar Haçlı-Batıni fitnesi kadar İslam için tehdit teşkil etmiyordu.

Bu fitne dönemlerinde sahneye çıkan Hasan Sabbah-Haşhaşiler gibi Batıni camialar, hem Haçlılarla işbirliği yapan Müslüman görünümlü münafıklar olarak hem de türlü entrika ve şiddet araçlarıyla siyasi iradeyi felç edecek saldırılarıyla arkadan vuran kalleş örgütler olarak tarihe geçmişti. Fitne, fitne araçlarını da doğurmuş ve ümmetin zayıf anında tesirli darbelerle düşmana yardımcı olmuştu.

Kişilik olarak fanatizm

Haşhaşilerin en önemli özelliği, mensuplarını uyuşturup birer android robot haline getirmeleri, fanatizmi kişilik olmuş koyun ruhlu insanlardan birer katil yaratabilmeleriydi. Bu nedenle İslam ümmeti uzun süre bunlarla baş edememişti. Zira, ne konuşulabiliyor, ne ikna edilebiliyor, ne diyalog kurulabiliyordu. Kesin inançlı bu insanlar, son tahlilde bir meczup olan psikopat şeyhler tarafından büyülenmiş gibiydiler. Talimat gelince hiç sorgulamadan hedefe kilitlenen bu robot insanlar, cennet vaadini bu dünyada da görebiliyor, çeşitli nimetlerle tanıştırılarak ilerde daha fazlasını alacaklarına inandırılıyorlardı. Haşhaşilerin tanrı inancı, peygamber, vahiy, kuran, sünnet, iman telakkileri, ortalama Müslüman inancından farklıydı. Mesela Allah inançları Yahudilerin kıskanç ve ceberut Yahve’lerine benziyordu. Kuran yerine, şeyhlerinin sözlerini ezberlerlerdi. Peygamber olarak ise reenkarne olmuş bir Mesih-mehdi olduğu için Hasan Sabbah’ı en üstte tutarlardı. Takiye temel düsturları olduğu için, çoğu zaman ortalama insanlar yanında en Ortodoks İslam yorumlarını da savunabiliyorlardı. Siyasi olarak ise bu camianın Selçuklu sultanlarıyla savaşının nedeni tam olarak belli değildi. Yani sultanları boyun eğdirmeye çalışıyor ama bunu kim adına ve ne için yaptıklarını kimse bilmiyordu. Haşhaşilerin ünlü Haçlı Tapınak Şövalyeleriyle diyalogları ise, bugün bile araştırmacıların çözemedikleri sırlı bir alandır.

İslam dünyasının aşina olduğu bu tür fitne akımları, sonraki dönemler de sahneye çıkmıştır. Özellikle batıdan gelen saldırılar veya batıya dönük seferler esnasında doğuda, Ortadoğu’da ilginç akımlar, tarikatler, fikirler ortaya çıkmış, siyasal ve askeri hedefleri şaşırtacak birer istikrarsızlık unsuru olarak tabir caizse cephe gerisinde arkadan vuran beşinci kol faaliyeti gibi zararlar vermiştir. Bu nedenle İslam tarihinde farklı fikir akımları veya mezhep cereyanları, birer düşünce-felsefe ekolü değil, siyasi rekabet ve çatışmaların uzantısı olarak değerlendirilmiştir. Son yüzyılda, İran’da Bahailer, Hindistan’da Kadıyaniler, ABD’de Mormonlar gibi, senkretik teoloji, kurtarıcı-mesiyanik mitoloji ve masonik-kabalistik gizem kültleriyle bu tür akımlar, siyasal iktidarları terbiye etme ve toplumdan zeki çocukları seçerek inisiye edip elitleştirme misyonuna sahiptir.

Suret-i haktan maskeler

Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı devletinin enkazını devralıp üzerine gecekondu yapan Kemalizm de, bu tür Batıni akımlardan biridir. Haçlı ruhu ve taleplerine uygun bir sayfa açarak toplumun derin damarlarını tahrip eden bu heretik akım, devleti elinde tutmanın kibriyle İslam-Osmanlı bünyesini yok etme amacını önemli ölçüde gerçekleştirmiştir.

Bugün ise Milletin saklı gücüyle ve sabırla bekletip uygun koşullarda sahneye sürdüğü yeni bir öze dönüş dalgası sırasında da, başka tür Haşhaşiler sahneye çıkmış görünmektedir. Kürt sorunu kod adlı fitne ateşi söndürülürken, Sykes-Picot sınırları yırtılıp atılırken, Devlet millet bütünleşmesine doğru gidilirken, milletin gasp edilmiş temel hak ve özgürlükleri geri iade edilirken, batıya karşı tekrar özgüven gelmişken, Türkiye, içerden, sureti haktan maskeli kalleşçe bir saldırıyla karşı karşıyadır şimdi.

Toplum çoğunluğu tam olarak ne olup bittiğini anlamaya çalışsa da, yeni bir fitne odağıyla imtihan edildiğinin farkında. İslam maskeli bu fitnenin tıpkı Haşhaşiler, Kadıyaniler, Bahailer gibi gerçekte ne istediği, nasıl bir yeni düzen tasavvur ettiği ise muğlak. Çünkü bu tür akımları mobilize eden gerçekleşebilir somut siyasal programları değil, heretik-hayali inançlarla bezenmiş uzak hedeflerdir. Fanatik bir çekirdek kadro etrafında dünyevi menfaat imkanlarıyla toparlanan yeterli miktarda bir kalabalığın çevirdiği dışa kapalı bir makine gibi çalışan bu tür yapılar, tanımlanamayan bir organizma gibidir. Siyaset dışında durup siyasete müdahale etmenin ve dinin içinde durup din dışı amaçlara sahip olmanın tuhaf paradoksları, normal siyasi ve dini kategorilerle açıklanamamaktadır. Çünkü bu tür anormal yapılar, anormal düzenlerin ürünüdür.

 

Neohaşhaşiler

‘Üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ olduğunu zanneden Nemrut ruhlu kibirli Anglo-Sakson-yahudi gücünün, kendisine rağmen hiçbir değişikliğin olamayacağını göstermek amacıyla sahnelediği son kaos hamleleri, 11 Eylül ‘küresel 28 Şubat’ konseptiyle dünyanın her yerinde İslam’a ve Müslümanlara dönük saldırılarla hız kazanmış durumda. Bu küresel savaşın merkezi cephesi olan Türkiye’de onlara rağmen yürütülen sessiz devrimle oyuna getirildiklerini anlayan şeytani güçlerin rövanş almaya dönük kin ve intikam operasyonlarına ortak olan münafık çetelerin, İslam sömürüsüyle elde ettikleri gücü millete ve ümmete karşı şehvetle kiralamış olması, yeni bir şey değil. Tarihte bolca örneği görülen bu ihanet ve kalleşliklerin tecrübesiyle, izzet ve şereften yoksun çetelerin kökünü kurutmanın, onların efendilerinin sembolü olan Kraliçe’ye atılacak şerefli bir tokat olduğu da unutulmamalıdır.

Ümmetimiz ölmeye, acı çekmeye, evsiz, yersiz, yurtsuz kalmaya, yoksulluğa ve her tür fitneye alışkındır. Bu makus talihini yenmek için dört elle sarıldığı siyasal iradesini asla yenemeyeceklerinin de farkındadır. Anglo sakson gücün Kemalist masonik çeteler yerine neohaşhaşileri seçip uygun yerlere konumlandırarak eski düzeni devam ettirmek istediklerinin de bilincindedir. Türkiye’nin geçmişin kirlerinden arınarak kendine yeni bir yol çizmesini cezalandırmak isteyen haçlıların istekleri doğrultusunda hareket eden bu fitne odağının, Tayip Erdoğan’ı Muhammed Mursi gibi hapse atmak veya Abdulkadir Molla gibi öldürmek isteyenlerle aynı safta durması, şaşırtıcı değildir. Ama ilginç olan, klasik İngiliz tarzıyla, elit yetiştirerek siyasi ve ekonomik süreçleri yönetme hevesinin hala yerli-dini bir çaba olduğunun zannedilmesidir. Yıpranmış Kemalist elitlerin yerine ikame edilen bu münafık maskelerin gerisindeki Anglofil yüzleri seçemeyen safdillerin, bunu anlamak için bizatihi arkadan vurulmayı beklemesi, bu fitneden daha ciddi bir soruna işaret ediyor.

 

Adalet-özgürlük demagojisi

Mısır’da, Suriye’de, Tunus’ta, Pakistan’daki Müslüman hareketlerin de iktidar savaşında yaşadığı acemilik ve saflığın gösterdiği gibi, İslam dünyası kendini yönetebilme iktidarından o kadar uzaklaştırılmış ki, dost ve düşman ayrımını bile yapamama acziyeti yaşıyor. Ya da düşman bellediği unsurların, dost zannettiklerini de devşirebileceği aklına gelmiyor.

I. Dünya Savaşından sonra ümmetin içine sokulduğu kendine güvensizlik psikolojisi ve düşmanın şerrinden korunmak için düşmanla uzlaşma eğiliminin devamı olan bu iyi niyetli acziyet, Ortadoğu’da yaşanan son darbe, iç savaş, saldırı ve operasyonlara rağmen devam etmemeli artık. Suriye’de dünyanın gözü önünde yakılıp yıkılan yüz binlerce kardeşimizin suçunu bile Erdoğan’a yıkma küstahlığıyla başlayan alçaklığın, Türkiye’de Kemalist oligarşiyle kol kola sözüm ona adalet-özgürlük demagojisiyle devam ettirilmesi, İslami çevreleri uyandırması gerekirken, aksine kafa karışıklığına sürüklemişti. Yaşanan büyük değişim sürecini sahiplenen sıradan millet çoğunluğunun gördüğü hikmeti bile kavramaktan aciz bir çok sözde grup, cemaat ve kanaat önderinin, yaşadığı iman sorununu deşifre eden bu süreç, şimdi camia eksenli tartışmalarda da meseleyi fitne propagandalarının göstermeye çalıştığı gibi görme zavallılığıyla devam ediyor.

Batıyla büyük hesaplaşmadan, bu amaçla yapısal devrimlerden ve geleceğe dönük radikal adımlardan kaçan ve sürekli düşmanlarla uzlaşma yolları arayan kendine ve imanına güvensiz sağcı-muhafazakar psikoloji, liberal faşistlerden ödünç aldığı demagojik saçmalıkları fikir zannetme çukurundan bile çıkabilmiş değil. Milletin saf, sade ama derin idrakine yaslandıkça mesafe alan, ondan uzaklaşıp Batılı paradigmayla düşünüp eyledikçe tuzağa düşen bu zavallılık biçimi, camia karşısında korkuyla uhuvvet masalları arasında gidip gelen kafa karışıklığını atmadıkça, bu fitneyi yenemeyecek. Son tahlilde kendi çocuklarımızı çalıp büyüleyerek bize saldırtan neohaşşaşilerin ve efendilerinin küresel ve bölgesel planları, onları hayatın her alanında, her sahada ve her düzeyde yenerek bozulabilir. Bu kadim bir kavgadır ve ümmetin diriliş sancısı, iyi niyetli aymazlıkları kaldırmaz. Herkes kim olduğunu, ne olduğunu, kimin safında durduğunu netleştirip, gereğini yapmalıdır. Bu dava Tayyip Erdoğan’ın kişisel meselesi değil, insan ve Müslüman olan herkesin haysiyet ve namus meselesidir.

Fitnenin asıl kaynağı olan Kraliçe’nin tacından ikbal arayanlar ise, kulağına sinek kaçan ve kafasını duvarlara vura vura ölen Nemrut masalını hiç unutmamalıdır. Çünkü Türkiye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Mısır’da katlettikleri çocuklarımızın kanlı cesetlerine konmuş çok sayıda sinek, o nemrutlara da göz kırpmaktadır. Baki olan, bir sineğe yenilen Nemrut değil, hiçbir ateşin yakamadığı İbrahim’dir. (Star Açık Görüş)

Ahmet Özcan

caea1259-c172-df11-9ae7-0022198f4d6a

Kudüs varsın ağlasın bu makus talihine / varsın ağlasın şanlı Salahaddin’in yurdu / nasıl da yaşıyoruz bunca zillet altında / bir sürü dilsiz şeytan bir sürü ıvır zıvır kıyamet kopacaksa kopmalı beynimizde (Sabah KARA – Doğu Ağıtları)

Fransız Akademisi üyelerinden Funck Brentano’nun ifâdesine göre; vahşî hayvan sürülerinden farksız olan Haçlı güruhu 1096 yılında Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civarında yakaladıkları Müslüman çocukları parçalamışlar, etlerini şişlere geçirip ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı. Antakya’ya ulaştıklarında ise, başlarındaki papaz Pierre I’Ermit’in ısrarıyla, yerlerde yatan Müslümanların cesedlerini birer birer toplamışlar, etlerini kemiklerinden ayırmışlar; sonra da tuzlamış, pişirmiş ve karınlarını bununla doyurmuşlardı. Brentano eserinde devamla, Fransızlar’ın millî destan (!) olarak kabul ettikleri “Chanson d’Antioche”den şu tüyler ürpertici satırları nakleder: “Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden Haçlılara, Hıristiyan din adamı Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesedlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!..” Bunun üzerine Haçlılar onun dediğini yaptılar.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 24.)

Hıristiyan tarihçilerinden Ch. Mills ise, Fransa Kralı I. Philippe’nin torunu olan Bohémond’un mide bulandırıcı bir gaddarlığından söz ederek: “Antakya’da Bohémond, birkaç Türk esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi” diyordu. (Ch. Mills, “Histoire des Croisades – Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 66, 183.)

Haçlı güruhunun elebaşıları 1099 milâdî yılında Papa’ya gönderdikleri mektupta, Halep-Maarra’da hüküm süren kıtlıkta, karınlarını öldürdükleri Müslümanların etlerini yiyerek doyurduklarını açık açık söylemekten çekinmiyorlardı. Nitekim Fransız tarihçilerinden Rudolf of Caen de, onların bu iğrenç fiillerinden behsederek şöyle diyordu: “Askerlerimiz Maarra’da dinsizlerin (Müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler.” (Amin Maalouf, “The Crusades Through Arab Eyes”; London, al-Saqi Books, bas.: 1984, s. 38.)

Bizans imparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye târif ettiği Haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti” diyor; Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar, zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı” diyordu.(Thomas Fuller – Holywar, “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)

Haçlı istilasından sonra, Müslümanların Endülüs’te büyük bir medeniyet kurmalarını hazmedemeyen İspanyol kilisesi, hâkimiyetleri altında bulunan Endülüslü Müslümanlara Hıristiyan olmaları veya bölgeyi terketmeleri yönünde baskı yapmaya başlamış; kısa bir müddet sonra Engizisyon Mahkemeleri aracılığıyla, bölgedeki Müslüman halka uygulanan baskı, yapılan işkence ve şiddet son haddine varmıştı. Gustave le Bon, İspanya’daki Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları barbarlık ve zulmün vahşet ve soykırım seviyesine ulaştığını “Civilasition des Arabes” adlı eserinde şöyle anlatır: “Zafer kazanan Hıristiyanların mağlûp Müslümanlar’a karşı icra ettikleri her çeşit zulüm ve katliamların hikâyelerini titremeden okumak mümkün değildir! Onları zorla vaftiz ettirdiler.

Kutsal (!) Engizisyon Mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Bu işleri kestirmeden halletmek için de Tuleytule başrahibi Hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Araplar’ın kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar Müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanayicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri Avrupa’nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü. Bu korkunç katliamlar yanında, ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların Katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşi istilâcılar arasında bile, bu derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!” (Gustave le Bon, “Civilasition des Arabes”, s. 129, 160.)

Ünlü Fransız filozof Roger Garaudy, bu Haçlı geleneğinin modern durumu için ise şöyle der: “Batı, katliam yapma istidâdına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki? Amerikan kızılderililerinin imhâ edilmesini mi? Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı? Auschwitz’i mi? Hıristiyan Batı uygarlığı budur!.. Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde 80’i, nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir? Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! Hâlâ Haçlı seferleri devrini yaşamaktayız…”

Yıl 2014 ve şimdi son Hhaçlı saldırı altındaki Suriye’deyiz. Geçtiğimiz hafta, Suriye’de dördüncü yılına giren katliam ve zulümlerin belgeleri yayınlandı. Bin yıl önceki Haçlı kini meğer sönmemiş. Medyaya sansürlenerek verilen fotoğraflardaki vahşet ise hala devam ediyor ve dünya tüm bu olanları seyrediyor.

Osmanlı çekildikten sonra Suriye’yi işgal eden İngiliz ve Fransız orduları, benzer bir vahşeti 1920-21 yıllarında işgale direnen Suriye kentlerini bombalayarak işlemişlerdi. Anadolu İstiklal Savaşı’na paralel olarak Suriye’de de halk Suriye Kuvayi Milliyesi adı altında örgütlenip direnişe geçmiş, işgalciler ise Şam, Hama, Humus gibi büyük şehirleri uçaklarla bombalayarak yerle bir etmişlerdi. Kayıtlar bu dönemde işkencehanelerde ve esir kamplarında onbinlerce sivilin vahşice katledildiğini yazıyor.

Mafyöz düzenin yıkılışı

Bugün ise Suriye devrimi, neredeyse bin yıl önceki Haçlıların ve yüz yıl önceki Batılı işgalci görünümlü Haçlıların temsilcisi olan Arap milliyetçisi Baas faşizminin katliam ve zulümlerine isyan olarak başlamıştı. Devrim, Arap, Türkmen, Kürt, Müslümanların yanında bir çok Nusayri ve Durzi aşiretle bazı Hıristiyan grupların da katılımıyla kelimenin tam anlamında bir halk hareketi olarak gelişti. Batı, Rusya ve İran destekli Baas faşizmi, 60 yıllık mafyoz düzeninin yıkılışı karşısında giderek vahşileşti ve hiç bir ahlaki, insani, dini kural ve kaide tanımadan, tam bir Haçlı vahşetine imza attı. Türkiye’deki sessiz devrim ve Arap Baharı’yla İngiltere ve Fransa’nın kurduğu düzenler bir bir yıkılırken, Suriye özelinde bu büyük değişim sürecine dur denmek istenmiş ve batılı emperyalist güçler, hem Osmanlı ruhunun dirilişine cevap vermek hem de kendi iç hesaplaşmalarını Suriye’de adeta bir vekalet savaşı olarak Müslüman halkların kanıyla görmek için bu vahşeti tetiklemişti. İngilizlerin doğudaki müttefikleri olan Rusya ve İran’ın Baas faşizminin suç ortağı olarak sahne aldığı bu insanlık dramı, politik anlamının ötesinde insanlık ve değerlerinin büyük bir imtihanı olarak da tarihe kaydedildi. İnsanlık, vicdan, onur, adalet… Bu ve benzeri kavramların ne kadar önemli olduğu, son tahlilde bütün ayrışmaların kökeninde en kadim ölçünün bu kavramlar olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Herkes kendine yakışan safta durarak ne kadar insan olduğunu, ne kadar haysiyetli olduğunu gösterdi. Suriye konusunda en küçük bir kafa karışıklığı yaşayanların bile, durdukları yer itibariyle insanlık imtihanında aldıkları not tartışmasız bir şekilde netleşmiş oldu. Suriye halkının şanlı ve onurlu direnişinin safında olmayanlarla, ebediyen bir yol ayrımı yaşandı. İster Müslüman olsunlar ister başka bir şey, Suriye devriminde zalimlerin safında duranlarla hiçbir zaman ve hiçbir konuda, konuşacak, tartışacak bir şeyimiz yok artık. Hatta şairin dediği gibi, onlarla artık düşman bile değiliz!

Peki, Suriye’deki şu vahşet, bize başka ne anlatıyor? Suriye devrimi, ümmetin diriliş sürecinde, çok ağır ve kahredici bedellere rağmen, çok hayati ve tarihsel bir uyanışı da müjdeledi. Bu uyanış, halklarımızın baskıcı düzenlere isyan ve itiraz kabiliyetini yeniden kazandığı ve kendi kaderlerini ellerine aldıklarını gösteriyor. Bu o kadar önemli ki, yakın tarihten çıkartılan belki de en önemli ders olarak toplumların sivil gücünün değerini bize öğretti. Osmanlı yıkılırken sadece askeri anlamda süren direniş ve savaşlara sivil halkın ciddi bir desteği olmamıştı. Ne Ortadoğu’da ne de Balkanlarda sivil halk, kendisini savunacak hiç bir donanıma sahip değildi. Çünkü Osmanlı devleti, son dönemi itibariyle iyice halklardan kopmuş, asker ve vergi toplama dışında toplumla hiç bir bağı kalmamıştı. Balkanlarda sayısız saldırıya maruz kalan halkı bile silahlandırmaktan aciz bir yönetme tarzıyla Osmanlı devleti, I. Dünya Savaşı’na girerken Enver Paşa’nın özel çabasıyla yaşlanmış subayları emekli edip orduyu yenilemiş, Meşrutiyetin hürriyet ortamı sayesinde bir çok vilayette örgütlediği tarikat, dergah, aşiret ve derneklerle de geç kalmış bir hamle yapmıştı. Ne var ki, Osmanlı orduları Balkanlardan, Kudüs’ten, Medine’den, Bağdat’tan, Şam’dan çekilirken, geride örgütsüz, savunmasız, silahsız, parasız halk yığınları kalmıştı. Bu acziyetin bir çok sebebi olsa da, en azından bugün için ders çıkarma babında, Kahire’ye, İstanbul’a, Kudüs’e giren İngiliz, Fransız ordularının hemen hiç bir sivil direnişle karşılaşmamış olmasının bugünkü sivil direnişleri kavramakta önemli bir detay olarak unutulmaması gerekir.

İşte Suriye halkının 4 yıldır bütün bedellere rağmen sabır, cesaret ve imanla sürdürdüğü direnişin bu tarihsel zaafiyetle birlikte düşünüldüğünde başka bir anlamı olduğu görülüyor. Gerçekten de, Haçlıların ve işbirlikçilerinin bir türlü anlamadığı bu sivil direnç ve kararlılık, Türkiye’de demokratik seçimlerde yükselen oy oranı olarak, Mısır’da darbeye karşı örneği görülmemiş bir şekilde milyonlarca insanın ayaklanması olarak, Tunus’ta demokratik tahammül ve sivil dayanışma çabası olarak ve Suriye’de ise halk savaşı ve özgürleşme devrimi olarak sergilendi. Belki de ilk defa devletler yerine halklar sahne aldı ve bu tam da Osmanlıyı parçalamak için Roosvelt, Churcill ve Stalin’in dört elle sarıldığı, ‘milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı’nın ilk defa adına layık bir şekilde kullanımını da gösterdi. Evet, Müslüman halklar, örtülü sömürge ve Haçlı kantonu hükmündeki Batıcı devletleri yıkıp, yerine kendi iradeleriyle kendi düzenlerini kurma yoluna girmiştir.

Suriye halkı, kaderini özgürlük ve onuruyla çizmek için kelimenin tam anlamıyla görkemli bir cihadla zalimlere cevap vermiştir. Bu cihat, Haçlı propaganda ağının göstermeye çalıştığı gibi, İran, İsrail, Esed ve ABD destekli blackwater türü çetelerin cinayetleriyle lekelenmek istenmektedir. Oysa gerçekte sivil halkın öz gücüyle örgütlediği direniş, yüzbinleri bulan gönüllü ordusu ve milyonlarca Suriyelinin özverili desteğiyle sürmektedir. Batıcı medyanın gizlemeye çalıştığı bu görkemli sivil cihat, bir halkın iman ve haysiyet imtihanında nasıl bir destan yazdığını da göstermiştir. Aynı şekilde bu devrim, Batı’nın demokrasi ve insan hakları konusundaki ikiyüzlülüğünü de açık bir şekilde ispatlamıştır. Bosna, Filistin, Afganistan ve Irak’ta işledikleri suçlardan çıkardıkları tek ders, bu defa Müslüman kıyımını gayrı Müslimlere değil, münafıklara yaptırmak olmuştur.

Haçlı sürülerine karşı direniş

Tam da bu noktada, Suriye konusunda demagoji ve husumetle kafa karıştıran sözüm ona analizlere artık kulak tıkanmalıdır. Suriye halkının bile şikayet etmeyip, daha bir kararlılıkla direnişe sarılmasına yol açan zulümlerden teslimiyetçi yorumlar ve hükümete düşmanlık mazeretleri bulanları, kendi korku ve nifaklarıyla baş başa bırakmak gerekiyor. Aksine, neredeyse bütün dünyaya karşı direnen ve dört yıldır yenilmeyen bu iradeden ders almaya çalışarak direnişi zafere taşıyacak daha güçlü bir moral ve fedakarlık gösterme zamanıdır. Sonuçta yanı başımızda süren bu dram, vahşet ve onurlu cihada kimin nasıl baktığı, gelecekte herkesin kendi kaderini de belirleyecektir. Şüphesiz zalimlere meyledenlerin akıbeti onlarla beraber olacaktır.

Müslüman halkların uyanışını Türkiye’de ve Suriye’de bastırmaya, cezalandırmaya çalışan güçler, ilk defa katliam ve vahşet karşısında sinmek ve geri adım atmak yerine daha kararlı bir direniş iradesi görmekte ve bu nedenle giderek daha da vahşileşmektedir. Kendi sözde değerlerini de çiğnemek pahasına, sürdürdükleri bu politika, er geç kendi evlerini de vuracaktır.

Yüreği Suriye halkıyla beraber atanlara ise, bu son Haçlı sürülerine karşı onurla direnmenin vakarı yeter. Gerisini düşünmeye bile gerek yoktur. Çünkü Allah var ve sorun yoktur. (Star/Açık Görüş)

Mahmut Tatar

MAHMUT TATAR

Başarı, belirlenen hedefler doğrultusunda mücadele edip; istenilen sonuca ulaşma olarak tanımlanabilir. Sosyal hayatın hangi evresinde, her ne işle meşgul olursak olalım  bu süreçte birçok faktör etkilidir. Bahis mevzu öğrenci ise anne baba faktörü ciddi bir etken olarak karşımıza çıkar. Çoğu Türkiye birincisinin “Anne ve babamın başarıya ulaşmamda büyük emeği var’ demeleri bu bağlamda ebeveynin öğrenciyi başarıya götüren yolda çok önemli bir yerinin olduğunu kanıtlar niteliktedir.

 

Aslında şu bir gerçektir ki büyükler, yaşam tecrübelerinden yola çıkarak çocuklarını yönlendirirler. Bunu yapmak zorundadırlar da zira o çocuklar anne babanın geleceğidir. Yarınları onlardan sorumludur. Bu durumda öğrencilerini doğru yönlendirmek için veliler bilinçli olmalıdır. Bu bilincin kazanılması konusunda da uzmanlardan veya çeşitli kaynaklardan yararlanılması gerekir. Yanlış atılan adımların geriye dönük hamle şansı bırakmadığını unutmamak gerekir.

Yetiştirilmesi en zor varlık insandır. Önemli olan çocuklarımıza iyi bir gelecek sağlamak için doğru yerde, doğru zamanda, doğru adımı atmaktır. Bu açıdan düşünüldüğünde bizim geleceğimiz olan çocuklarımızı doğru yönlendirmemiz gerekir.

Onların, gerek fizyolojik, psikolojik, duygusal, iletişimsel, ihtiyaçlarını gerekse de aidiyet duygularını geliştirme, aile bağlarını güçlendirme, düşüncelerine yön verme ve olgunlaşma noktalarında bize ihtiyaçları olduğunu unutmamak ve bu doğrultuda hareket etmek gerekir. Önemli olanın maddi zenginlik değil, ruhsal anlamda huzurlu olunması gerektiğidir. Bunu sağlayacak tek kurumda ailedir. İşte bu yüzden ailenin rolü önemlidir. Sevgi ve disiplin faktörlerini daima göz önünde bulundurarak onları yönlendirmeli ve kişiliklerinin oluşmasına yardımcı olmalıyız.

Çocuklarla düzeyli ve bilinçli bir iletişim kurabilmek  için bazı noktalara dikkat edilmelidir.

Her şeyden önce çocuğumuzu tanımamız gerekir. Çocuklarımızın gelişim evrelerinde zihinsel olarak ne gibi değişiklikler olduğunu yakından takip etmeli, bu konuyla ilgili kaynak kitaplar okumalıyız. Kişiliğin oturmaya başladığı bir dönemde onunla sürekli çatışırsak ona sürekli hakaret edersek (Yazık sana, bak komşunun çocuğuna o da seninle aynı sınıfta ama sen tembelin tekisin, sana verdiğim emeklere yazık, seni okuldan alıp bir işe versek daha iyi, bari eve 3-5 kuruş katkın olur gibi) onu anlamamaya gayret edersek yanlış yapmış oluruz. O yüzden önce çocuğumuzu tanımalı, onu etraflıca kuşatmalıyız.

İlişkilerimizde baskıcı olmamalı, onunda fikirlerine başvurmalıyız. Onu bir büyükmüş gibi karşımıza alıp konuşmalı ve fikirlerine saygı duymalıyız. ‘bu böyle olmaz’ cümlesi yerine ‘bak oğlum böyle olsa daha doğru olmaz mı? ‘diye ikna etmeliyiz.

Çocuğumuzun konuşması bitene kadar dinlemeli ve söyledikleri şeyler yanlış olsa bile dinlerken başımızı sallayarak, onu anladığımızı göstermeliyiz. Göz teması kurmaktan çekinmemeli. Onu bütüncül bir şekilde kuşatmalıyız.

Çocuklarımızın özellikle sınavlara hazırlandığı zor günlerde yanında olmalı ve hep destek vermeliyiz. ‘Oğlum kızım, aferin sana, sen bu sınavın üstesinden gelirsin, yeter ki planını programını aksatma, sana güvenimiz tam’ gibi motive edici sözler söylemeli ve umutsuzluğa kapıldığı her anda aynı şeyleri tekrarlamalıyız. Onlara ödül vermeli, daha başarılı olursan daha iyilerini alırım, gibi sözleri ara ara söylemeli ve verdiğimiz vaadleride mutlaka yerine getirmeliyiz

Arkadaşlık ilişkileri bir öğrenciyi olumlu veya olumsuz yönde etkileyen faktörlerden biridir. Arkadaş, insanı hayata hazırlar. Bu çerçevede çocuğumuzun arkadaşlarını tanımamız büyük önem arz eder. Özellikle 13-14 yaşına kadar çocuk için arkadaş bazen aileden daha önemli olabilmektedir. O yüzden arkadaşlar kötülenmemeli, hatta ara ara eve çağrılıp, onlarla sohbet edilmelidir. Hem çocuğun yanında arkadaşlarını hem de arkadaşlarının yanında çocuğu küçük düşürücü sözler söylememeliyiz. Çünkü bu durum hem arkadaşların ve hem de çocuğun gizli saklı işler yapmasına neden olabilir. Eğer çocuğun arkadaşları kötü ise bunu uygun dille ifade etmeli, kırıcı olmamalıyız.

Çocuklara küçük yaşta sorumluluk vermek, onları şimdiden hayata hazırlar. Gerek ev işlerinde, gerek dışarıda, onlara sorumluluk kazandırmak için görevler vermeli ve verdiğimiz görevin kontrolünü yapmak zorundayız. Eğer onlara hakim olup, yönetmek istiyorsak görev vermeli ve takip etmeliyiz. Çünkü insan yönetmenin 2 yolu vardır. Birincisi görev vermek, ikincisi takip etmek. Görev vermek kolay olanıdır. Fakat verilen görevin yerine getirilip getirilmediğini takip etmek zor olanıdır.

Bilinçli anne-baba olma konusundaki bir diğer hususta onlara örnek olduğumuzu, unutmamaktır. Onun için bir model olduğumuzu ve onun ‘ Ben annemi veya babamı örnek alacağım’ diyebilmesini sağlayabilmeliyiz. Çocukların sözden çok, davranışlara baktığını unutmamalı ve ona göre hal ve hareketlerimize dikkat etmeliyiz.

Sonuç olarak anne-baba olmak kolaydır. Fakat bizlerin mirası olarak değerlendirdiğimizde çocuklarımız için bilinçli anne-baba olmak zordur. Ona gerektiğinde kızdığımızı, gerektiğinde sevdiğimizi doğru bir biçimde hissettirmeliyiz. Vaktinde atılması gereken adımları atmadığımızda ileriki zamanlarda daha büyük problemlerle karşı karşıya geleceğimizi unutmamalı ve zor işin, vaktinde yapılmayan kolay işlerin toplamı olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.