Ahmet Özcan

caea1259-c172-df11-9ae7-0022198f4d6a

Kudüs varsın ağlasın bu makus talihine / varsın ağlasın şanlı Salahaddin’in yurdu / nasıl da yaşıyoruz bunca zillet altında / bir sürü dilsiz şeytan bir sürü ıvır zıvır kıyamet kopacaksa kopmalı beynimizde (Sabah KARA – Doğu Ağıtları)

Fransız Akademisi üyelerinden Funck Brentano’nun ifâdesine göre; vahşî hayvan sürülerinden farksız olan Haçlı güruhu 1096 yılında Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civarında yakaladıkları Müslüman çocukları parçalamışlar, etlerini şişlere geçirip ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı. Antakya’ya ulaştıklarında ise, başlarındaki papaz Pierre I’Ermit’in ısrarıyla, yerlerde yatan Müslümanların cesedlerini birer birer toplamışlar, etlerini kemiklerinden ayırmışlar; sonra da tuzlamış, pişirmiş ve karınlarını bununla doyurmuşlardı. Brentano eserinde devamla, Fransızlar’ın millî destan (!) olarak kabul ettikleri “Chanson d’Antioche”den şu tüyler ürpertici satırları nakleder: “Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden Haçlılara, Hıristiyan din adamı Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesedlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!..” Bunun üzerine Haçlılar onun dediğini yaptılar.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 24.)

Hıristiyan tarihçilerinden Ch. Mills ise, Fransa Kralı I. Philippe’nin torunu olan Bohémond’un mide bulandırıcı bir gaddarlığından söz ederek: “Antakya’da Bohémond, birkaç Türk esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi” diyordu. (Ch. Mills, “Histoire des Croisades – Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 66, 183.)

Haçlı güruhunun elebaşıları 1099 milâdî yılında Papa’ya gönderdikleri mektupta, Halep-Maarra’da hüküm süren kıtlıkta, karınlarını öldürdükleri Müslümanların etlerini yiyerek doyurduklarını açık açık söylemekten çekinmiyorlardı. Nitekim Fransız tarihçilerinden Rudolf of Caen de, onların bu iğrenç fiillerinden behsederek şöyle diyordu: “Askerlerimiz Maarra’da dinsizlerin (Müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler.” (Amin Maalouf, “The Crusades Through Arab Eyes”; London, al-Saqi Books, bas.: 1984, s. 38.)

Bizans imparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye târif ettiği Haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti” diyor; Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar, zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı” diyordu.(Thomas Fuller – Holywar, “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)

Haçlı istilasından sonra, Müslümanların Endülüs’te büyük bir medeniyet kurmalarını hazmedemeyen İspanyol kilisesi, hâkimiyetleri altında bulunan Endülüslü Müslümanlara Hıristiyan olmaları veya bölgeyi terketmeleri yönünde baskı yapmaya başlamış; kısa bir müddet sonra Engizisyon Mahkemeleri aracılığıyla, bölgedeki Müslüman halka uygulanan baskı, yapılan işkence ve şiddet son haddine varmıştı. Gustave le Bon, İspanya’daki Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları barbarlık ve zulmün vahşet ve soykırım seviyesine ulaştığını “Civilasition des Arabes” adlı eserinde şöyle anlatır: “Zafer kazanan Hıristiyanların mağlûp Müslümanlar’a karşı icra ettikleri her çeşit zulüm ve katliamların hikâyelerini titremeden okumak mümkün değildir! Onları zorla vaftiz ettirdiler.

Kutsal (!) Engizisyon Mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Bu işleri kestirmeden halletmek için de Tuleytule başrahibi Hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Araplar’ın kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar Müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanayicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri Avrupa’nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü. Bu korkunç katliamlar yanında, ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların Katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşi istilâcılar arasında bile, bu derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!” (Gustave le Bon, “Civilasition des Arabes”, s. 129, 160.)

Ünlü Fransız filozof Roger Garaudy, bu Haçlı geleneğinin modern durumu için ise şöyle der: “Batı, katliam yapma istidâdına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki? Amerikan kızılderililerinin imhâ edilmesini mi? Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı? Auschwitz’i mi? Hıristiyan Batı uygarlığı budur!.. Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde 80’i, nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir? Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! Hâlâ Haçlı seferleri devrini yaşamaktayız…”

Yıl 2014 ve şimdi son Hhaçlı saldırı altındaki Suriye’deyiz. Geçtiğimiz hafta, Suriye’de dördüncü yılına giren katliam ve zulümlerin belgeleri yayınlandı. Bin yıl önceki Haçlı kini meğer sönmemiş. Medyaya sansürlenerek verilen fotoğraflardaki vahşet ise hala devam ediyor ve dünya tüm bu olanları seyrediyor.

Osmanlı çekildikten sonra Suriye’yi işgal eden İngiliz ve Fransız orduları, benzer bir vahşeti 1920-21 yıllarında işgale direnen Suriye kentlerini bombalayarak işlemişlerdi. Anadolu İstiklal Savaşı’na paralel olarak Suriye’de de halk Suriye Kuvayi Milliyesi adı altında örgütlenip direnişe geçmiş, işgalciler ise Şam, Hama, Humus gibi büyük şehirleri uçaklarla bombalayarak yerle bir etmişlerdi. Kayıtlar bu dönemde işkencehanelerde ve esir kamplarında onbinlerce sivilin vahşice katledildiğini yazıyor.

Mafyöz düzenin yıkılışı

Bugün ise Suriye devrimi, neredeyse bin yıl önceki Haçlıların ve yüz yıl önceki Batılı işgalci görünümlü Haçlıların temsilcisi olan Arap milliyetçisi Baas faşizminin katliam ve zulümlerine isyan olarak başlamıştı. Devrim, Arap, Türkmen, Kürt, Müslümanların yanında bir çok Nusayri ve Durzi aşiretle bazı Hıristiyan grupların da katılımıyla kelimenin tam anlamında bir halk hareketi olarak gelişti. Batı, Rusya ve İran destekli Baas faşizmi, 60 yıllık mafyoz düzeninin yıkılışı karşısında giderek vahşileşti ve hiç bir ahlaki, insani, dini kural ve kaide tanımadan, tam bir Haçlı vahşetine imza attı. Türkiye’deki sessiz devrim ve Arap Baharı’yla İngiltere ve Fransa’nın kurduğu düzenler bir bir yıkılırken, Suriye özelinde bu büyük değişim sürecine dur denmek istenmiş ve batılı emperyalist güçler, hem Osmanlı ruhunun dirilişine cevap vermek hem de kendi iç hesaplaşmalarını Suriye’de adeta bir vekalet savaşı olarak Müslüman halkların kanıyla görmek için bu vahşeti tetiklemişti. İngilizlerin doğudaki müttefikleri olan Rusya ve İran’ın Baas faşizminin suç ortağı olarak sahne aldığı bu insanlık dramı, politik anlamının ötesinde insanlık ve değerlerinin büyük bir imtihanı olarak da tarihe kaydedildi. İnsanlık, vicdan, onur, adalet… Bu ve benzeri kavramların ne kadar önemli olduğu, son tahlilde bütün ayrışmaların kökeninde en kadim ölçünün bu kavramlar olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Herkes kendine yakışan safta durarak ne kadar insan olduğunu, ne kadar haysiyetli olduğunu gösterdi. Suriye konusunda en küçük bir kafa karışıklığı yaşayanların bile, durdukları yer itibariyle insanlık imtihanında aldıkları not tartışmasız bir şekilde netleşmiş oldu. Suriye halkının şanlı ve onurlu direnişinin safında olmayanlarla, ebediyen bir yol ayrımı yaşandı. İster Müslüman olsunlar ister başka bir şey, Suriye devriminde zalimlerin safında duranlarla hiçbir zaman ve hiçbir konuda, konuşacak, tartışacak bir şeyimiz yok artık. Hatta şairin dediği gibi, onlarla artık düşman bile değiliz!

Peki, Suriye’deki şu vahşet, bize başka ne anlatıyor? Suriye devrimi, ümmetin diriliş sürecinde, çok ağır ve kahredici bedellere rağmen, çok hayati ve tarihsel bir uyanışı da müjdeledi. Bu uyanış, halklarımızın baskıcı düzenlere isyan ve itiraz kabiliyetini yeniden kazandığı ve kendi kaderlerini ellerine aldıklarını gösteriyor. Bu o kadar önemli ki, yakın tarihten çıkartılan belki de en önemli ders olarak toplumların sivil gücünün değerini bize öğretti. Osmanlı yıkılırken sadece askeri anlamda süren direniş ve savaşlara sivil halkın ciddi bir desteği olmamıştı. Ne Ortadoğu’da ne de Balkanlarda sivil halk, kendisini savunacak hiç bir donanıma sahip değildi. Çünkü Osmanlı devleti, son dönemi itibariyle iyice halklardan kopmuş, asker ve vergi toplama dışında toplumla hiç bir bağı kalmamıştı. Balkanlarda sayısız saldırıya maruz kalan halkı bile silahlandırmaktan aciz bir yönetme tarzıyla Osmanlı devleti, I. Dünya Savaşı’na girerken Enver Paşa’nın özel çabasıyla yaşlanmış subayları emekli edip orduyu yenilemiş, Meşrutiyetin hürriyet ortamı sayesinde bir çok vilayette örgütlediği tarikat, dergah, aşiret ve derneklerle de geç kalmış bir hamle yapmıştı. Ne var ki, Osmanlı orduları Balkanlardan, Kudüs’ten, Medine’den, Bağdat’tan, Şam’dan çekilirken, geride örgütsüz, savunmasız, silahsız, parasız halk yığınları kalmıştı. Bu acziyetin bir çok sebebi olsa da, en azından bugün için ders çıkarma babında, Kahire’ye, İstanbul’a, Kudüs’e giren İngiliz, Fransız ordularının hemen hiç bir sivil direnişle karşılaşmamış olmasının bugünkü sivil direnişleri kavramakta önemli bir detay olarak unutulmaması gerekir.

İşte Suriye halkının 4 yıldır bütün bedellere rağmen sabır, cesaret ve imanla sürdürdüğü direnişin bu tarihsel zaafiyetle birlikte düşünüldüğünde başka bir anlamı olduğu görülüyor. Gerçekten de, Haçlıların ve işbirlikçilerinin bir türlü anlamadığı bu sivil direnç ve kararlılık, Türkiye’de demokratik seçimlerde yükselen oy oranı olarak, Mısır’da darbeye karşı örneği görülmemiş bir şekilde milyonlarca insanın ayaklanması olarak, Tunus’ta demokratik tahammül ve sivil dayanışma çabası olarak ve Suriye’de ise halk savaşı ve özgürleşme devrimi olarak sergilendi. Belki de ilk defa devletler yerine halklar sahne aldı ve bu tam da Osmanlıyı parçalamak için Roosvelt, Churcill ve Stalin’in dört elle sarıldığı, ‘milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı’nın ilk defa adına layık bir şekilde kullanımını da gösterdi. Evet, Müslüman halklar, örtülü sömürge ve Haçlı kantonu hükmündeki Batıcı devletleri yıkıp, yerine kendi iradeleriyle kendi düzenlerini kurma yoluna girmiştir.

Suriye halkı, kaderini özgürlük ve onuruyla çizmek için kelimenin tam anlamıyla görkemli bir cihadla zalimlere cevap vermiştir. Bu cihat, Haçlı propaganda ağının göstermeye çalıştığı gibi, İran, İsrail, Esed ve ABD destekli blackwater türü çetelerin cinayetleriyle lekelenmek istenmektedir. Oysa gerçekte sivil halkın öz gücüyle örgütlediği direniş, yüzbinleri bulan gönüllü ordusu ve milyonlarca Suriyelinin özverili desteğiyle sürmektedir. Batıcı medyanın gizlemeye çalıştığı bu görkemli sivil cihat, bir halkın iman ve haysiyet imtihanında nasıl bir destan yazdığını da göstermiştir. Aynı şekilde bu devrim, Batı’nın demokrasi ve insan hakları konusundaki ikiyüzlülüğünü de açık bir şekilde ispatlamıştır. Bosna, Filistin, Afganistan ve Irak’ta işledikleri suçlardan çıkardıkları tek ders, bu defa Müslüman kıyımını gayrı Müslimlere değil, münafıklara yaptırmak olmuştur.

Haçlı sürülerine karşı direniş

Tam da bu noktada, Suriye konusunda demagoji ve husumetle kafa karıştıran sözüm ona analizlere artık kulak tıkanmalıdır. Suriye halkının bile şikayet etmeyip, daha bir kararlılıkla direnişe sarılmasına yol açan zulümlerden teslimiyetçi yorumlar ve hükümete düşmanlık mazeretleri bulanları, kendi korku ve nifaklarıyla baş başa bırakmak gerekiyor. Aksine, neredeyse bütün dünyaya karşı direnen ve dört yıldır yenilmeyen bu iradeden ders almaya çalışarak direnişi zafere taşıyacak daha güçlü bir moral ve fedakarlık gösterme zamanıdır. Sonuçta yanı başımızda süren bu dram, vahşet ve onurlu cihada kimin nasıl baktığı, gelecekte herkesin kendi kaderini de belirleyecektir. Şüphesiz zalimlere meyledenlerin akıbeti onlarla beraber olacaktır.

Müslüman halkların uyanışını Türkiye’de ve Suriye’de bastırmaya, cezalandırmaya çalışan güçler, ilk defa katliam ve vahşet karşısında sinmek ve geri adım atmak yerine daha kararlı bir direniş iradesi görmekte ve bu nedenle giderek daha da vahşileşmektedir. Kendi sözde değerlerini de çiğnemek pahasına, sürdürdükleri bu politika, er geç kendi evlerini de vuracaktır.

Yüreği Suriye halkıyla beraber atanlara ise, bu son Haçlı sürülerine karşı onurla direnmenin vakarı yeter. Gerisini düşünmeye bile gerek yoktur. Çünkü Allah var ve sorun yoktur. (Star/Açık Görüş)

Yorum yap